Annem derdi ki:
-Oğul ben seni orak harman zamanı doğurdum,zemheri kış ayında büyüttüm.Senden önce üç doğum yaptığım için hazırlıklıydım.Tarlada sancım tuttuğu zaman kuşağımdaki bıçak ile göbeğini kestim,ağaç gölgesinde yıkadım emzirdim.Baban askerdi.Evin hem kadını hem erkeği idim.Seni höllüğe sarıp oduna ,tarlaya giderdim.Sen çileli büyüdün, kaderin güzel olsun..
Sıçrayarak uyanıyorum yatağımdan. Uyku ile uyanık hali arasında. Neredeyim acaba diyerek sağa sola bakınıyorum. Eşyalar tanıdık geliyor. Yatak, yorgan, komodin, yerdeki halı, odamızdaki sabun kokusu, mavi tül perde…Demek ki burası bizim ev. Az önce neredeydim acaba diye düşünüyorum. Sıcak bir yaz günü gibi gelip geçen çocukluğum bir rüyaya sığar mı?
Sokağımızda sıra sıra tek katlı küçük bahçeli evler, bahçelerde türlü türlü meyveler ve hemen hemen her bahçede bir tulumba vardı. Bütün günümüz bahçelerde ağaç dallarında meyve yiyerek tulumba başlarında su içerek geçerdi.
Sokağımızdan biraz uzaklaşınca kendimizi kırlarda, çayırlarda, ekin ve pancar tarlalarında bulurduk. Kırlarda daha özgürdük, bizi kovalayan bahçe sahipleri ve bize kızan komşular yoktu. Karnımızı erik ve bük dediğimiz böğürtlenlerle doyururduk. Ağzımızda buruk meyve tadı, elimiz, dudaklarımız meyve lekesi, üstümüz, başımız ot, çayır çimen kokardı. Ali Ağanın havuzunda 25 kuruşa akşama kadar yüzerdik. Kırda tek korkumuz kır bekçisine yakalanmaktı. Kır bekçisi ile ilgili korkunç hikâyeler anlatılır, yakaladığı çocuklara yaptığı kötülükler çocukların dillerinde dolaşırdı. Kır bekçisini görünce hepimiz bir yana dağılır sonra mahallenin girişinde buluşurduk. Kır bekçisi ile yaşanan heyecana rağmen ertesi gün yine soluğu kırlarda alırdık.
Okullar tatil olunca annemle birlikte yaklaşık bir ay süren köye yolculuğumuz başlardı. Babam demiryollarında çalıştığı için aileye yılda üç defa bedava yolculuk hakkı vardı. Bu nedenle yolculuklarımız hep trenle yapılırdı.Tren istasyonunda merak ve heyecanla düdüğünü çalarak çuf,çuf diye tıslayarak trenin gelmesini beklerdik.Ne hikmetse tren hep “tehir” yapar biz saatlerce yolunu gözlerdik.
Trene binip kompartımana yerleştikten sonra 3-4 saat süren yolculuğumuz başlardı.Köye kadar bütün istasyonları bilir,hangi istasyonda ne kadar duracağını tahmin ederdik.Her istasyonda iner istasyon çeşmesinden soğuk su doldururduk.
Yolculuk bittiğinde bizim durakta iner karartılarımızı yani eşyalarımızı trenden indirir bizi karşılamaya gelen dayımlarla veya amcamlarla sarmaş dolaş olurduk.Eşyalar gölük dediğimiz eşeklere yüklenir biz çocuklarda gölüklerin üzerine oturtulur 2-3 saat sürecek yolculuğa başlanırdı.Derelerden,tepelerden akarsulardan geçerek devamlı yukarı dağlara doğru biz eşeklerin yani gölüklerin sırtında, büyükler yaya olarak köye doğru yol alırdık.Son düzlüğe ulaştığımızda akşam olmak üzere olurdu. Suratımıza çarpan serin rüzgar evlerin bacalarından çıkan dumanın kokusunu yüzümüze savururdu.Köye yaklaştıkça sığırdan dönen hayvanların çan sesleri,köpek havlamaları çoğalır akşam hayvanları ahırlara yerleştirme inek sağma,akşam yemeği hazırlama telaşı başlardı.
Köyde sabah horoz ötümü ile başlar,eci dediğimiz amcamın eşi bizi ocak başına çağırır,gaygana dediğimiz yağda yumurta ile taze süt ve tereyağından oluşan kahvaltıyı acele ile bitirip dışarı çıkmaya can atardık.Biz dışarı çıkıncaya kadar sığırlar ve davarlar köyün yamaçlarındaki tepeye ulaşmış olurdu.
Biz köydeki diğer çocuklarla buluşup harmanda oyuna dalardık.Biraz sonra ebem yani ninem bize seslenir düvende oturmamızı isterdi.Ben büyük bir zevkle düvene oturur elime övendire dediğimiz ucunda iğne olan uzun sopayı alır buğday yığının etrafında dönmeye ve hayaller kurmaya başlardım.Öküzler sıcak güneşin altında döner dururdu.Öküzlerden birisi kuyruğunu kaldırıp boşaltım yapmaya hazırlanınca hayallerden uyanıp düvendeki eski tası öküzün altına tutarak samana düşürmemeye çalışırdım.Öküz işini bitirirnce tastaki ıslak tezeği harmanın kenarındaki taşlara yapıştırırdım.Biraz sonra ebem gelir düven nöbetini ona devrederdim.
Öğle zamanı ecim elimize birer tane dürmeç dediğimiz içinde çökelik olan ekmeği tutuşturur,odun getirmemizi isterdi.Biz evin yanındaki odunluktan çalı çırpı toplayıp getir ocağa koyardık. Ecim ocağı gaymak dediğimiz ateşi yakar akşam öyününü ocağa koyardı.
Akşam güneş batmaya yakın serinlik başlar,,yorgın öküzlerin çektiği kağnıların gıcırtıları köye dolardı. Ocakbaşında kurulan büyük bir sofrada gaz lambasının altında akşam yemeği yenirdi.Yemekten sonra hikayeler anlatılır bilmeceler sorulur, ocakbaşı sohbeti sürüp giderdi.Biz çocuklar azap dediğimiz sığırtmaç çocukla tanışır onun köyü ve ailesi hakkında sorular sorardık.
Köyden ayrılma vakti geldiğinde sabah erkenden kalkar hazırlıklara başlardık.Uzun ve yorucu bir yol bizi beklerdi.Gelirken olduğu gibi gölüklere binemezdik çünkü tıka basa çuvallar ve çantalardan bize yer kalmazdı. Tren istasyona vardığımızda yorgun ve susamış olurduk.Köyden ayrılmanın hüznü eve dönmenin sevincini birbirine karışır bir yaz daha böyle bitmiş olurdu.
Sıcak bir yaz gecesi gibi geçen çocukluğum bana insanı,doğayı sevmeyi dayanışmayı ve hep yeni bir şeyler aramayı öğretmiştir.Bu yüzden çocukluğumu ve çocukları seviyorum.Belkide öğretmen olmamın altında bu sevgi yatıyor.
Kiltablet ailesine teşekkürler.teşekkürler.
Hocam nede güzel anlatmışsın, tek tek gözümde canlanıverdi çocukluğumuz.O kocaman dünyalara sığmayan hayallerimiz düşlerimiz, en “ küçük “ en “ ufacık “ şeylere heyecanlanmalırımız sevinmelerimiz, ah ağzımızdan aklımızdan hiç gitmeyen o tatlar. Ah ki ne ah ! Yüreğine sağlık yüreği güzel adam . Saygılar ve kocaman sevgiler