Giydiğim ayakkabı yüzünden olmalıydı ya da üst komşunun mide ameliyatı olduktan sonra otuz kilo verdiği için istemediği elbiseden. Belki başıma taktığım güllü tokadan, belki de nedenin hiçbir önemi yoktu bu hikâyede…  

O sabah, onlarca kez denediğim diyetlerden birinin henüz ilk günüydü. Annem hadi bakalım iç şu zerdaçal, zencefil, havuç, elma, portakal karışımını demedi, hadi bakalım iç şunu diyerek burnuma yeşil bir sıvı dayadı. O tuhaf içeceği yapışkan bir uzaylıyı tutar gibi tiksinerek tuttum ve başucuma koydum. Bunu bir isyan olarak algılayan yarım kadar annemin gücünü küçümsememem gerektiğini, yatakla beraber sürüklenirken bir kez daha anladım. Beni yataktan çıkarmakta bu kadar kararlı olması gözlerimi yaşarttı. Sonuçta istemesem de zulme boyun eğip kalktım ve yeşil uzaylı yaratığı üç yudumda mideme indirdim. Annemin gözleri anında on kilo vermişim gibi parladı. O, evin içinde hadi inşallah diye dolanırken ben üzerime biraz dar gelen elbisemi giyip – evet işte komşunun büyük bir zevkle gözden çıkardığı o elbiseyi giyip – çiçekli tokamı taktım. İlk hedefim köşedeki fırındı. Üç açmayı yedikten sonra gerçek kahvaltıya yumuldum. Nihayet doymuştum ve iş ilânlarına bakabilirdim. Mezun olduğum üniversitenin ve aldığım derecenin kilom kadar öneminin olmadığını çoktan anlamıştım. Küçük işler bile benim için yeterli olacaktı. O anda gördüğüm alttan üçüncü soldan ikinci sıradaki ilândaki el, gazete sayfasından çıkmış bana gel gel diyordu. Gittim. Dans stüdyosunda telefonlara bakacak birini arıyorlardı. Telefonu bulan Graham Bell’e bir kez daha minnet duyarak, ücreti ve çalışma saatini sormadan hemen kabul ettim. Bugün başla dediler. Olur tabii neden olmasın, tüm işlerimi şimdi iptal ediyorum, diyerek olmayan işlerim için olmayan kişilere telefon açtım sonra da gösterdikleri sandalyeye oturdum. Tek sandalye yetmediğini söyleyemedim, sadece onlar bir ara yanımdan uzaklaşınca kapının yanında duranı da alarak oturma yerimi güçlendirdim. Öğlene kadar her şey gayet iyiydi. Arayanlara söyleyeceklerim not edilmişti. Midem kazınmasın diye çantamda her daim hazır tuttuğum sandviçlerimi arada bir götürüyordum. Öğleden sonra önce dans hocası geldi. Adam annemin de yarısı kadardı, bu durumda matematiksel bir yaklaşımla benim dörtte birim ediyordu. Saat üç civarı ders için öğrenciler gelmeye başlayınca biraz bozulmadım desem yalan olur. Sanki şehrin sıfır beden kadınları seçilmiş ve beni sinir etmek için buraya getirilmişti. İşim sadece telefonlara bakmaktı, onlara değil. Bu yüzden görmezden gelmeye çalıştım. Yüzümü ne kadar asmaya çalıştıysam da şişmanların o sempatik yüzüne sahiptim ve gelenler çok sıcak bir merhabayla beni selamlıyorlardı. Saat beşte hayatım bir daha aynı olmayacak şekilde değişti. Evet saat tam beşti çünkü saate bakarak zamanı hızlandırmaya çalışmak gibi bir çabanın içindeydim. Salonun kapısı açıldı, dans hocası gel benimle diyerek elimden tuttu. Tabii ki kaldıramadı. Beni nereye sürüklemek istediğini anlamadığım için parmağıma yapışan elinden elimi kurtardım. Ne oluyor dememe kalmadı, dans edeceğiz hadi dedi. Dans mı, ben mi, yok canım ve ardı ardına söylediklerimi şimdi anımsamıyorum bile. Hadi kalk lütfen ve salona gel! İşimi kaybetme korkusu emir tonundaki bu lütfenden sonra beni harekete geçirdi. Salona girdiğimizde, hep duyduğum o kikirdemelere kulak asmamam gerektiğini kendime söylememe rağmen yine de sinirlendim. Benim ne işim var bu sıfır bedenlerin arasında dansla düşüncesi aklımdan geçerken, susun dedi hoca. Bakın, bu arkadaş biraz kilolu diye dans edemez sanıyorsunuz ama eminim sizden daha iyi öğrenecek söylediklerimi. Beni hiç dinlemiyorsunuz, takip etmiyorsunuz hanımlar. Sonra bana dönüp isim nedir diye sordu. Şaşkınlığımdan, iki yaşında değilseniz insana oldukça kolay gelecek bu soruyu bile algılayamadım ve hocanın birkaç tekrarından sonra Selvi dedim. Kikirdemeler kahkahaya döndü. Arkamı dönüp gidecekken müziği duydum. O da ne, vücudum bilincimden ayrılıp kıpırdamaya başladı. Hoca karşımda, o ne yaparsa yapıyorum demeyi çok isterdim ama öyle olmadı. Bak Selvi, kolunu şöyle kaldıracaksın kibarca suda süzülür gibi. Oysa benim kolum bir vinç yardımıyla kalkar gibiydi. Yaklaşık on beş dakikalık mücadele sonunda benden dansçı olmayacağına karar veren hoca teslim olmuş şekilde sıfır bedenlere döndü. Neyse biz kaldığımız yerden devam edelim, dedi. Onları, müziği ve dansı geride bırakarak hüzünlü gözlerle arkamdan kapıyı kapattım. Her zaman yaptığım gibi mekânı terk ettim. Deniz kıyısına inip denize doğru “Yeteeer!” diye bağırdım. Yeter benim, buyurun, diyen sese döndüm şaşkınlıkla. Merhaba, bana mı seslendiniz? Absürd bir filmin içine mi düşmüştüm yoksa? Bunu bile düşünemeyecek kadar kızgın, şaşkın, bitkin, bezgin, her şeyden ortaya karışık bir ruh hali içindeydim. Ne yetecek? diye sordu. Bunlar dedim. Vücudumun tüm halkalarını gösterdim. Şuradaki dans stüdyosundan çıktınız değil mi? Sıfır bedenlerin içinden. Bakın siz onlara aldırmayın, müzik içinizde. Yarın ilk iş dans stüdyosunun salonuna gidin, kimseler görmeden açın bir müzik ve kendinizi bırakın. Her şey çok farklı olacak. Şimdi gözlerinizi kapatıp ona kadar sayın. Eh, yapalım bakalım, zaten bu ülkede her söylenene kanma alışkanlığımızı geliştirdiler bile isteye, buna da kanalım dedim. Yeter toz olmuştu ve ben artık kilolarımın değil hayallerimin de benden bağımsız hareket ettiğini düşünmeye başlamıştım. Yine de dediğini yaptım. O da ne, ben Selvi, gerçekten dans ediyorum, aynada bakıyorum kendime, aman tanrım o ne kıvraklık, o ne figürler. Kendimi ilk kez hafif hissediyorum ve ta taaam kapı açıldı dans hocası girdi içeri. Gözleri yaşlı, biliyordum zaten, anlamıştım, diyerek bana sarıldı. Tuttuğum gibi onu havalandırdım. Tek elimle başımın üzerinde çevirdim. Koltuğumun altına sıkıştırdım. Bu şekilde dans etmeye başladık. Öyle çok döndüm ki, hoca koltuğumun altına bir vida gibi saplandı. Doktor, ameliyatla ayıramayız dedi, neredeyse ete gömülmüş, zamanla dans ede ede gevşeyecek ve oradan düşecek.  Ben de o günden beri dans ediyorum ama hoca hâlâ koltuğumun altına sıkışık benimle yaşıyor.