Erguvan Kapısı’na

 

Bir ses duyuyor musunuz? Derin bir ses. Güneş birazdan batacak. Son ışınlarını gönderiyor sırtımı dayadığım ağaca. Onun sıcaklığını duymak istiyorum. Olabildiği kadar çok. Bu bahar hava ısınmadı. Bir iki hafta daha böyle gidecek. Sonra erguvanlar da kalmayacak. Dallar sallandıkça mor çiçekler dökülüyor üstüme. Böyle şeyleri kadınlar sever. Kim bilir, kaçı şimdi benim yerimde olmak isterdi. Rüzgâr mı? Hayır, hava bugün ölüm kadar dingin.

Koşar adım çıktım merdivenleri. Haliç’i gören bir terastı Alper’in beni beklediği. Gecikmiştim. O kadın da oradaydı. Şimdi düşününce, hiç gitmese miydim? Belki. Belki iyi olacaktı. Herkes için daha iyi. Ama oldu bir kere.

“Olur” dedi Alper, “her neyse!”

Özür dileyerek oturduğumda tıpkı şimdiki gibi güneş batmak üzereydi. Yağmur suyu girmesin diye, duvarlarına yer yer oluklu levha çakılmış yapıların üstündeki kırmızı kiremit çatılar tarlasına bakıyorduk. Güneş kızılla erguvan pembesi arasında renk cümbüşüyle el sallıyordu. İlk yudumu aldım. Hatırlıyorum. Anımsamaya çalıştığım şey kahveyi ne zaman söylediğimdi. Dosya elimdeydi. Yavaşça masaya bıraktım. Alper, kapağı erguvan resimli kitabı gösterirken fark ettim kadının kızıl saçlarını. İnce ince örmüş, başının arkasında toplamıştı. Kitap onun önündeydi.

“Senin gibi. İnsanların inançları uğruna ölmesini küçümsüyor. Ölümü kutsallaştırmakmış bu sözüm ona” dedi Alper kadına.

“Sen, doğru buluyor musun bunu?” dedi kızıl saçlı bana.

“Kitabı okudun mu?” dedim Alper’e.

Yanıt vermek yerine sustu. Bir an bana baktı. Bakışlarındaki aşağılamayı yakaladım. Onu öldürmeden on üç gün önceydi bu.

“O ödüller boşuna verilmiyor” dedi, “proje yazar bunlar, Avrupa’dan besleniyor hepsi.”

Kadına döndü. Ben masada yokmuşum gibi. Yavaş yavaş anlattı. Sesi gergindi. Söylediklerini anlamamıştım. Kendi doğrusu, her neyse, onu coşkuyla savunabilen insanlara hayranlık duydum hep. Böyle zamanlarda düşüncemi söylersem sesim duyulmayacakmış gibi gelir. Sustum.  Dosyadaki fotoğraflarıma, bir ara, uygun olduğunda bakacağını söyledi Alper. Dikkatim dağılmıştı. Alper diyafram açıklığının filme düşen ışıkla ilişkisini anlatırken, bir banda ihtiyacım olduğunu düşünüyordum. Sonrasını dinlemedim.

Sonra, sonraki günler aklım terastaki konuşmamızdaydı. Masa, kızıl saçlı kadın, kadının önündeki kitap dönüyordu gözlerimin önünde. Kitabın adını bilmiyordum. Yazarını da. Artık hepsi test kitabı satan eski kitapçılardan birinde rastlantıyla buldum. Kapağındaki erguvan çiçeklerinden tanımıştım. Okumaya başladım. Başka zamanlar böyle şeyleri önemsemiyorum. Neden, bilmiyorum? Belki Alper’in, aklımdan çıkmayan, o bir anlık sessiz bakışı. Yarım bıraktım kitabı. Sonraki beş günüm onu izlemekle geçti. Bazen bir planımızın aksamadan yürümesi bizi mutlu eder, kimi zamansa korkutur. Dersten çıkmasını bekliyordum Alper’in. Erken çıkması gerekiyordu. Öyle oldu. On iki ellide okulun kapısındaydı. Eminönü’ne yöneldiği sırada, onun her gün uğradığı büfenin önünde Mavi dergisine göz gezdiriyordum. Arkamdan yaklaşan adımlarının sesi kesildiğinde dergiyi kapadım. Döndüm. Burun burunaydık.

“Alper” dedim, şaşırmış maskesiyle “ne işin var burada?”

“Derse geliyorum. Cibali’ye. Haftada üç gün. ”

“Bilmiyordum” dedim, biliyordum.

“Perşembeleri yarım gün çalışıyorum. Ya sen? Sen ne yapıyorsun.”

“Hiç.”

Gizemli bir izlenim bırakmak istiyordum. Ellerimi iki yana açtım. Ağzı açık çantamı omuzumdan bu sırada düşürdüm. İçindeki fotoğraflarla birkaç parça eşya yere saçıldı. “Neyse” dedim, “görüşürüz” yerden fotoğrafları alırken, “vapurunu kaçırma sen!”

Mat kâğıtlarda tarihi yapılarla iç içe geçmiş erguvan resimleri kaldırım taşlarından bize gülümsüyordu.

“Bunlar?” dedi heyecanla yere çöktü. Kaldırıma dökülenler ilgisini çekmişti. “Siyah olan, sızdırmazlık için. Su borularında kullanılıyor.”

“Paket bandıyla ipi sormuyorum. Fotoğraflar, onları nerede çektin?”

“Aslında, çok uzak değil. Zindanların orada.”

“Ha, şu şey!”

İşaret parmağımı, bende bu sanatla uğraşma güdüsünü uyandıran, fotoğraftaki hemşire gibi dudaklarıma götürdüm. Gülümsedi. Son gülümsemesiydi.

“Bugün arkadaşımla buluşacaktım. Birlikte çalışacaktık. Az önce aradı. Gelemeyecek.”

Resimleri çantaya koyarken,

“Ben aslında… Ben, arkadaşının işini yaparım. Makinem yanımda.”

“Yok, lütfen” dedim, “senden isteyemem. Benim yüzümden vapurun…”

“Boş ver. Fotoğraf çekeceğiz. Kendi sergim için de ihtiyacım olacak.”

Haliç’ten her gün esen ılık rüzgâr bugün yoktu. Ana yoldan ayrıldık. Dar sokaklara saptık. Ahşabı kararmış evlerin önünde oynayan çocukların arasından yürüdük. Yeşil sarmaşıklar arkasına gizlenmiş, taş duvardaki küçük bir boşluktan geçtik. Dar koridorun sonunda taş merdivenlerden indik. İnsan boyu kadardı indiğimiz yer. Dışarıdan daha serindi ve sessiz. Bir ara ürperdiğini gördüm.

“Üşüdün sen” dedim “istersen dönelim.”

“Hayır, buraya kadar geldik.”

Koridorda adımlarımız yankılanıyordu. İndiğimiz merdivenler kadar çıktık. Kemerli, alçak bir kapıdan geçtik. Kapı bizi, dönen, yükselen, yeniden dönen başka merdivenlere çıkardı. Kale duvarları yüksekliğinde küçük bir avluydu gizli geçitlerin bizi götürdüğü yer. Nefes nefeseydik. Haliç’in sakin sularında yorgun tekneler görünüyordu. Ama bulunduğumuz yeri, bu yüksek, gizli avluyu, dışarıdan kimse göremiyordu. Önümüzde, üç adım ötede, çiçekleri mor-kırmızı erguvan ağacına doğru birkaç adım attı. Birdenbire irkildi. Durdu.

“Burada bir kuyu var.”

“Ha, o mu? Zindanlara inen baca.”

Bulunduğumuz yer algımızı biçimlendiriyor, öyle değil mi? Zindanlardan yukarı bakınca baca, buradan dipsiz bir kuyu. Erguvan ağacıyla aramızdaydı baca. Çapı bir kulaç kadardı. Bir adım daha atsa bacaya düşecekti. Alper’in yanına gittim. Çantamı yere bıraktım. Belime kadar içine eğildim. Kesme taşlardan örülmüş, aşağıya indikçe genişleyen yirminci yüzyıl ‘fabrika bacalarından’ birinin yeraltına gömülmüş benzeriydi. Yoğun, havasız toprak kokusuna karışmış serinlik çarptı yüzüme. Bağırdım.

“Erguvan mevsimi!”

Sesim bacanın derinliklerinde taş duvarlara çarptı. Nemli taşlar sesi yavaşça içine çekti. Başımı kuyudan çıkardım. Alper’e, bir şey duyup duymadığını sordum.

“Yalnızca bir uğultu.”

Erguvan onun arkasındaydı. Kırmızımsı mor çiçekler, sarayın bu gizli bölümünden gördüğümüz Haliç başını döndürmüştü. Çantamı yerden aldım. İçinden siyah bandı çıkardım. Mutluluk şaşkınlığı içindeydi. Denize mi, erguvan çiçeklerine mi, tarihi yapılara mı bakacağını bilemiyordu. Önce onun çantasını omuzundan aldım. Tutması için kendi çantamı uzattım. Açtığım bandın cızırtılı sesi duyuldu. Birden Alper’in bileklerine doladım. Üst üste bir kaç tur çevirdim. Bakıştık. Şaşırmıştı. Konuşmadan eğildim. Bu kez ayaklarının çevresine sardım siyah bandı. Şaka yaptığımı düşünüyordu.

“Beni bağladın” dedi “bakalım ardından ne gelecek?”

Soruyu susarak yanıtladım.

“Merak ettim.” Sakin görünmeye çalışarak, “neyse uzatma.”

Ellerini uzattı. Bandı çıkarmamı bekliyordu. Çantamı elinden aldım. Artık acele etmemi gerektirecek bir şey yoktu. Yavaş yavaş açtım. Bu kez ipi çıkardım çantadan. Yaralanmasını istemiyordum. Bu yüzden dağcılık düğümleriyle -ağzı açık sekizli- bağladım. Belinden ve ayaklarındaki bandın üstünden.

“Tadını kaçırma, ne istiyorsan konuşalım.”

Yüzüne aşağılayan bir anlatımla baktım. Tıpkı bana yaptığı gibi. On üç gün önce, terasta. Aynı masada, kızıl saçlının karşısında otururken.

Bu sonuncusu onun suçu. Ağzını bantlamak zorunda kalmamdan söz ediyorum. Bandı rulodan son kez açtım. İnsanın içini kıpır kıpır eden renkleriyle o çiçekler yere dökülmemişti henüz. İpin diğer ucu boştaydı.

Duyuyor musunuz? Derinlerden geliyor. Ağzı kapalı insan sesi. İpin ucunda baş aşağı sallanıyor. O, kuyuda çırpındıkça burada bir gıcırtı duyuluyor. Gıcırtı, sırtımı dayadığım bu ağaçtan geliyor. Onu taşıyan ipin titrettiği ağacın dallarından. Erguvanlara üzülüyorum en çok. Hepsi dökülecek. Oysa erguvan mevsimi henüz bitmedi.