Refika Hanım sağı solu pas lekeleriyle dolu eski fırının önünde duruyor. Titrek elleri hep yaptığı gibi gün boyu üstünden çıkarmadığı mutfak önlüğünün cebinde. O cansız varlığı gözleriyle izleyerek okşuyor. Her bir köşesine, kulpuna, ocak başlarına dokunuyor bakışları. Kim evladını kapının önüne koyar ki? İşte şimdi burada sahipsiz, dışlanmış, terk edilmiş öylece bekliyor koca fırın…
Önceki geceden beri gözüne uyku girmedi. Yatağı ateşten yer oldu da etlerini yaktı durdu. Ama kime anlatacak ki derdini? Çocukları uzaktan kumanda her şeyi hallettik sanıyorlar. “Çok eskimişti anne, tehlikeliydi, gaz kaçırıyordu diye yenisi aldık sana.” demişti kızı, sonra da sitem etmişti. “İyilik de yaramıyor.” Öyle ya en iyisini, en pahalısını, en güzelini almışlardı. Tamam da, hiç alışamamıştı bu yeni gelene. Her şeyi elektronik, ışıklı mışıklı, saatli bir şeydi. Acı acı çalan kapı zilinin sesiyle gözlerini açtığında, yatağın başındaki saatten neredeyse öğlen olduğunu gördü. Yaşlı, yorgun bedeni demek ki sabaha karşı direnememiş, uykuya dalmıştı.
Kapıyı açıyor. Karşısında bekleyen genç adama bakıyor. Adam, cevabı basit bir soru soruyor aslında. Sadece “Al götür” diyecek de, demek gelmiyor içinden öylece duruyor. Kolay mı yıllarını bir çırpıda sokaktan geçen bir eskiciye vermek? O farkında değil ama Aylin karşı binanın üçüncü katından izliyor olan biteni. Salgının getirdiği yasaklar yüzünden aylardır görmediği anne babasını ziyarete geldi bu sabah. İyice yaşlandılar yine de kendi işlerini görüyorlar. Tek çocuk değil Aylin, kardeşleri de var, fakat numunelik bir o kaldı bu şehirde. Hem bir başına hem her şeyin sorumlusu. Diğerlerinin hep bir bahanesi var; çocukların okulu, yeni işin yoğunluğu, parasızlık. Aylin’in derdi de bahanesizlikti. Sabah buraya gelirken ayakları geri geri gitmişti… Önce taş fırına uğradı. Simit aldı. Babasıyla ramazanlarda, iftardan hemen önce girdikleri pide kuyruklarını hatırladı. O zamanlar bir gün büyüyeceğinden, benliğini sırtında bir kambur gibi taşıyacağından habersizdi. Yolu uzattıkça uzattı. Bir görev haline gelen bu yaşlı anne baba ziyaretinden kaçmak istiyordu aslında. Sonra da böyle düşündüğü için kendine kızdı.
Aylin sabah gelirken gördükleri yüzünden şaşkın, yol boyunca düşünmüştü: Bu şehirde her şey ne kadar hızla değişiyordu. Kaç zaman olmuştu ki gelmeyeli? Senelerin ahşap konağı gitmiş, yerinde koskoca bir çukur kalmıştı. Yakında çok katlı çirkin binalardan birini daha dikeceklerdi kesin. Mahallenin girişindeki park da değişmişti. Ağaçlara dokunmamışlar ama geçmişten kalan ne var ne yoksa yıkılmıştı. Büyük çınarın yanına gitti, çimlerin üstüne oturdu. Deniz, Zafer, Leyla ve Umut da çocukluk halleriyle yanına çöküverdiler. Sırlar, şakalar, kavgalar, hayaller hepsi de onlarla birlikte geldi. Hangisi hayal ettiği şeyleri, gerçekleştirebilmişti? Leyla’dan haber alıyordu. Almanya’da bir üniversitede hocaydı. Zafer’in izini çoktan kaybetmişti, gerçi o da hayırsız çıkmıştı ya… Oysa ilk aşkıydı. Ömrünün sonuna kadar seveceğini düşünürdü. Deniz’le Umut’sa onun hayalini çalmışlardı. Evli ve ne kadar mutlu olduklarını göstermek için ara sıra çağırırlardı. Bencilce gelirdi bu halleri. Herkes mutluluğunu da mutsuzluğunu da kendi içinde yaşasa olmaz mıydı? Parkın otomatik sulama sistemi devreye girince kalkmak zorunda kaldı. Çocukluğunu orada bırakıp büyüdüğü evin yolunu tuttu. Sokağa girdiğinde Leyla’ların kapısının önüne konmuş fırını görmüştü. Refika teyzenin meşhur fırını. Eskiden mahallede her evde davul fırınlar vardı da böyle afili bir şey yoktu. O davul fırınlar buzdolabının üstü, somya altı, gardırop arası her yere yerleştirilir, çalışacakları zaman yerlerinden çıkartılırdı. Eskimiş bir eşyadan hiç koku gelir mi? Anılar buram buram kokmaya başladı. Leyla’yla ders çalışmak için bir araya geldiklerinde fırında pişen el açması arnavut böreğinin kokusunu alıyordu. Refika teyze herkesten farklı patlıcanlı yapardı. Sonra iki kız birlikte pişirdikleri kekleri hatırladı. Kendisi pek beceriksizdi de Leyla annesine çekmişti, neye dokunsa lezzet katardı. Ne çok severdi Refika teyze bu fırını. Mahallede de efsaneydi “en iyi pişiren fırın!” Nasıl olmuştu da böyle kapının önüne konuluvermişti?
Çok özenirdi bu aileye. “Sonsuza kadar mutlu yaşadılar” diye biten masallar sanki hep bu evde yaşanırdı. O zamanlar birkaç saatliğine de olsa kaçıp oraya gitmek harikaydı. Sonra Erkan amcanın genç denilecek yaşta ölümü, Leyla ve kardeşi Halil’in daha iyi bir gelecek için yurt dışına gidişleri ve Refika teyzenin bir başına kalışı… Sabah geldiğinden beri aklı bu düşüncelerle meşgul ama bir yandan iş görüyor diğer yandan anne babasının geçmek bilmeyen ağrılarından şikâyet etmelerini dinliyor. İkisi de harika birer hikâye anlatıcısı diye düşünüyor. Aynı olayları her defasında silbaştan kurgulayıp anlatabiliyorlar. Yine de öyle bir zaman geliyor ki bildiği şeyleri yeniden yeniden duymaktan bıkıyor. İşte sırf bu yüzden artık işitmez oluyor. Babası fırsatını bulunca hemen Aylin’i yanına çekiyor: “Bıktım kızım şu anandan. Ah neler çekiyorum bir bilsen. Bana neler diyor, ne eziyetler ediyor?” Az önce aynı şeyleri annesinden duyduğundan olacak kavgalı iki kardeşin şikayetlerini dinleyen bir anne gibi sessiz kalıyor. O çocukken annesi öyle yapmazdı gerçi, hiç acımaz terliği fırlatıverirdi.
Kaç temizlikçi geldi gitti de bir türlü beğenmediler, kadınları dırdırlarıyla bıktırıp gönderdiler. İlla Aylin yapacak işlerini. Kendini sonsuz cezaya çaptırılmış mitolojik bir kahraman gibi hissediyor. Koridordaki aynanın önünden geçerken, makyajsız yüzünün onu daha da ihtiyar gösterdiğini düşünüyor. Makyaj bir illüzyon… Ama ben de yaşlandım artık genç değilim ki diye söyleniyor. Kapının önüne konmuş fırın geliyor gözünün önüne.
Duracak bir dakikası bile yok, evde yapılacak iş çok; teker teker her odayı süpürüyor, siliyor, buzdolabını boşaltıp temizliyor, banyoyu ovuyor, ocağa akşam için yemek koyuyor gitmeden önce bir de şu camları silsem tamam diyor. İşte tam o sırada Refika Hanımı görüyor. Kapının önünde, fırının başında eskiciyle konuşuyor. Adam cüzdanından kaç para olduğunu göremediği kâğıt parayı uzatıyor kadına ve fırını sırtlayıp arabasına yüklüyor. Araba yokuştan aşağıya doğru kayboluyor, ardından kirli bir iz gibi otomatik megafondan gelen metalik ses duyuluyor: “Eskiciiii… Eskiler alıyorrrr” Yaşlı kadın demir kapıya dayanarak ayakta zor duruyor. Sanki giden sadece eski bir fırın değil de tüm yaşamı. Ağlıyor mu? Yoksa Aylin öyle olduğunu mu düşünüyor, emin olamıyor. Karanlık bir şeyler kaplıyor içini, sonra mahalleyi, sonra tüm evreni. Kaç dakika oldu yaşlı kadın hâlâ kapıda, gözü gidenin ardında öylece duruyor. O ise bulunduğu yerden acıklı bir filminin son sahnesini izleyen bir seyirci. Kendini bıraksa hıçkıra hıçkıra ağlayacak. Giden gitti de, hayat işte böyle bir şey, devam ediyor. Koyu gri bu hüznü dağıtmak için bir ses bir nefes olmak gerek diye düşünüyor. Tüm yorgunluğunu, bıkkınlığını bir kenara bırakıyor; sırtını dikleştirip, yüzüne bir gülümseme yerleştiriyor sonra da pencereyi açıp sesleniyor: “Refika teyzem merhaba… Gelsene, çay demliyeyim içeriz hep birlikte.”