Karanlıkta gizlenmiş bir şehirdi Gloomspire. Kuzeyin sisli ve rüzgârlı coğrafyasında, haritalarda çoğu zaman görünmez gibi duran şehir, sivri gotik kuleleriyle gökyüzünü delerek yükselirdi. Çatlak taşların arasında dolaşan uğultu, uzun gecelerin sesi olur; sokak lambaları titrek, sönmeye hazır bir nefes gibi yanardı. Gölgeler fısıldar, binalar eski bir sırrı saklar gibi nefes alırdı. Kapılar erkenden kapanır, sessizlik küçük evlerin duvarlarına sinerdi.
“Umbrafell’in tepesinde yine o titrek ışığı gördüm…”
“Kulelere nöbetçi mi koydular yine? Saklanan bir şeyler mi var?”
“Yeni komşunun pencereleri hiç açılmıyor. Acaba tek başına mı…”
Gloomspire, gölgelerin koruduğu, ışığın kuşkulandırdığı bir yerdi. Ama Lio farklıydı. Adı gibi bir ışık taşıyordu. Sarı saçları karanlıkta soluk bir parıltı verir, mavi gözleri sisin içinden başka bir rengin çağrısını fısıldardı. Kalabalıkları sevmezdi, bilmecelere tutkundu; eski dedektif romanları ve karaborsada bulduğu casus filmleri onun küçük kaçışlarıydı.
Bir akşam, Umbrafell’in dev gölgesinin kara çizgisi sokaklara düşerken Lior elindeki küçük, soluk ışıklı fenerle karanlığa gömülü merdiven boşluklarını, eğri büğrü kaldırımları geçip dar sokakların arasına saklanmış karaborsaya doğru yürüdü. Yollar boştu. Yalnızca gölgeler… gölgeler her yerdeydi.
Verrun her zamanki köşesindeydi. Üzerindeki solmuş paltonun yakasını kaldırmış, karanlığın uzantısı gibi soğukta büzülmüş duruyordu.
“Yine geciktin,” dedi. “Bu saatte kule nefes alır. Gölgeyi kimseye bırakmaz.”
“Yollar karanlıktı,” dedi Lior. “Ama geldim. Marksız gelmem.”
Cebinden iki Gloommark çıkardı. Verrun tarttı, başıyla onayladı.
Solmuş kırmızı damgalı bir kaset uzattı.
“Al. Hissport dayanırsa izle. Dayanmazsa… suç bende değil.”
Sustu, ekledi: “Ha. Kuleyi izleyenler için yapılmış bu. Dikkatli ol.”
Lior’un yüreği hızlandı. Kaseti cebine koydu, hızlı adımlarla dar sokakları geçip merdivenlere yöneldi. Üst katlara çıktıkça gölgeler onu izliyor gibiydi. Komşulardan biri gözetleme deliğinden baktı, geri çekildi.
Gece gece nereden böyle?
Lior fark etmedi.
Kapısını aceleyle açıp içeri girdi. Küçük kehribar renkli lambayı yaktı. Sarı ışık odayı doldurdu, gölgeler köşelere sindi. Zencefilli birasını masaya koydu, Hissport MK-II’nin kapağını açıp kaseti yerleştirdi. Gri mat metal gövdenin ütündeki küçük cam pencerede solgun yeşil bir ışık titredi, kenarlarından hafif bir uğultu yükseldi. Ekranda gri bir parıltı belirdi.
Umbrafell’in silueti, titreyen çizgilerle karanlıktan yükseldi. Ardından bir fısıltı duyuldu.
“Çık… kuleye.”
Lior’ın içi buz kesti.
Kuleler tabu sayılırdı. Bir zamanlar kraliyet muhafızları tepeden halkı gözetlerdi. İnsanlar her adımının izlendiğini bilirdi. Ama on yıldır kulelerde kimse yoktu. Yine de güneş battığında, bir kuleden diğerine yürüyen ışıklar ve gölgeler görülürdü.
Lior merak etmemişti o ana kadar.
Şimdi kasetten gelen bir ses ona emir veriyordu.
Pencereden dışarı baktı; sokaklar zifiri karanlıktı. Montunu aldı, ayakları çoktan merdivene yönelmişti. Şehrin karanlığı ağır, uğultu uzak kuleler arasında dolaşırken Lio düşündü:
“Gloomspire hep gözaltı yaşadı … Güneşten çok gölgeye mi güveniyoruz, yoksa ışıktan mı korkuyoruz?”
Umbrafell’in kapısına ulaştığında gövdesi onu yutacak gibiydi. Taş merdivenlerde adımları yankılandı, soğuk nem yüzüne dolaştı. Merdivenleri döne döne çıkarken şehir giderek uzaklaştı, küçüldü. Rüzgâr duvar aralıklarından fısıldadı:
“Yaklaştın…”
Kulenin tepesine çıktığında şehir bir harita gibi serilmişti. Gözleri koyu mavi siluetlerde dolaştı; çatılar, sokaklar ve merdivenler birbirine karışmıştı. Derin bir nefes aldı. Şehir bir bekleyiş içindeydi, her taş, her gölge Lio’nun bakışlarına sessizce göz kırpar gibiydi.
Lio anladı: karanlık boşluk değil, saklanan sırlar ve ertelenen gizemlerdi. Sessizlikten yükselen ritim, gölgelerdeki her kıpırtının, taşlardaki her çatlağın öyküsünü fısıldadı.
O anda, karanlıkla ilk ışığın sınırında, her şey birbirine bağlanmış gibiydi—gözleri, kulakları, kalbi, şehrin uyanışına ayak uydurdu. Önce bir evin penceresinde ilk ışık titredi, ardından bir diğeri. Sokak lambaları tek tek parladı. Şehir yılların uykusundan uyanan dev gibiydi. Canlanma sessiz, derindi.
Gloomspire yavaş, ürkek bir devinimle örtüsünü silkelerken halk da uyanmaya başladı. Camlar açıldı, çocuklar şaşkın gözlerle parıltıyı seyretti. Şehir kendi ışığına yabancıydı; bu yeni doğan parıltı ölümcül değildi, saklı olanı gösteriyordu.
Lio’nun kalp atışları hızlandı. Işık şehirle birlikte içine doldu. Fısıltı tekrar duyuldu—huzurlu, bilge bir ses.
“Bak. Işık hep buradaydı. Gölge sadece bekletir.”
Derin bir nefes aldı. Şüpheyle cesaret arasındaki ince çizgiyi artık anlıyordu. Onu buraya getiren merak, yıllarca şehri aşağıda tutan korkuydu. Oysa ışık en çok korkunun ardından görünürdü.
Şafak söktü. Güneşin kızıl pembesi damların arasından süzüldü, taşlar ılık bir renge boyandı. Gloomspire ilk kez kendi gölgesine dışarıdan bakıyordu. İnsanlar pencerelere ve balkonlara çıktı; sokaklar yavaş yavaş ışıkla doldu.
Saklı olan gösterilmişti yalnızca. Lio Umbrafell’in tepesinde sessizce durdu. Kaset sadece bir araç, fısıltı ise bir rehberdi. Asıl değişim içeriden olmuştu.
“Gölge korkutucudur… ta ki ışığı fark edene kadar,” dedi kendi kendine.
“Ve şehir… biz… aslında hep aydınlanmayı bekliyormuşuz.”
Gloomspire o sabah hem gölgelerini hem ışığını taşıyarak uyandı. Lio artık şüpheden korkmuyordu; şüphe, onu gölgelerden geçirip aydınlığa taşımıştı. Şehir, ilk kez güneşi ve kendini bir arada görüyordu.