Yaşlı mahkûm, tavandan sarkan örümceği uzandığı yerden dikkatle izliyordu. Örümceğe hafifçe dokudu. Örümcek, ipliğini bırakmadığı gibi parmağına da tırmanmadı. Onun korku ve paniğe kapılmadan ipine tırmanarak uzaklaşmasını hayranlıkla seyretti. Aynı anda, kapının kurcalandığını duyunca irkilerek doğruldu. Her gün sadece demir kafesin ardından içeriyi gözetleyen gardiyan, şimdi o kapıyı açmaya çalışıyordu. Korku içinde büzülüp oturduğu yerde beklemeye başladı. Paslı demir kapı, nihayet gıcırdayarak açılabildi. İçeriye girmedi gardiyan. Eşikte durup yaşlı mahkûma seslendi: “Hemen hazırlan… Çıkıyorsun!” Elleri arkasında kenetli, sağlam iri bedenin bütün ayrıntılarını örten ürkütücü koyu gölgesi, duruşu ve buyurgan sesiyle, bir infaz timi azametinde kapı çerçevesinin puslu aydınlığında dimdik duruyordu. Önce anlamadı mahkûm… Korkuyla şaşkınlık arasında sıkışıp kaldı. Gardiyan, istifini bozmadan tekrarladı: “Hazırlan… Çıkıyorsun!” Sonra döndü, yankılanan ayak seslerini ardında bırakarak, dar ve alacakaranlık koridorda gözden kayboldu.
Duvarları yosun tutmuş, küf ve leş kokan hücrede, gökyüzünü görmeden geçen bir ömürlük zamanın sonunda oldu bu. Tamtamına otuz üç yıl, dokuz ay, on gün sonra kapının önüne koydular mahkûmu. Antik bir kale harabesinin eteğinde ve onun zindanlarını da içine alan mahpushanenin devasa demir kapıları, ardından gürültüyle kapandı. Elinde tahta bir bavulla kapının önünde kalakaldı adam. Hissettiği şey, yalnızlığın kulağındaki uğultusu ve korkuydu.
Kuşluk vaktinin yaz güneşi, sıcacık kollarıyla bedenine dost, parlak ışıklarıyla gözlerine düşmandı; çevresini net göremedi. Belki bir müddet daha oyalanacaktı orada ama gözetleme deliğinden Jandarma eri “Ne bekliyorsun… Çekip gitsene!” diye bağırınca ürktü. Refleksle eğildi, kafasını eliyle korur gibi yaparak, tahta bavulunu alıp uzaklaştı.
Otorite, yıllarca zindanda tuttuğu, çürümeye terk ettiği adamın şimdi, yakınında olmasına bile dayanamıyordu. Midesinden yükselen öfke bulantısı geldi, boğazına dayandı. Mahpushaneye, personeline, kendisini unutan herkese ve her şeye, küfrederek kustu öfkesini. Ve fark etti ki, öfkesinin gücü, yaşama isteğinin direnciyle birlikte sönüyordu. Bu ürkütücü tespit, sinsi bir yılan gibi karnına çöreklendi. Şimdi nereye, niçin ve nasıl gidecekti?
Kendini yolun yazgısına bıraktı. Sırtını güneşe verdi. Arkadan güneşin itmesiyle önünde, boyu boyuna eşit gölgesini takip ederek yürüdü. Issız Anadolu bozkırında, meçhule giden bir patikada yürüyordu. Yolda, büyük halk ozanından bir türkü tutturdu, “Uzun ince bir yoldayım/Gidiyorum gündüz gece” Hıçkırarak ağlamaya başladı! Türküyü bitiremedi. Akan gözyaşları, kırlaşmış sakalından bozkırın toprağına aktı. Tarihte her zaman acı, hasret ve çile üreten bu toprak, gözyaşlarını oburca yuttu.
Kısalan gölgesi ve sızlayan ayaklarının uyarısıyla dinlenebileceği bir ağaç gölgesi bakındı. Uzakta, dalları kurumuş, yaprakları dökülmüş, kavruk bir alıç ağacı vardı sadece. Issız bozkırın ortasında acınası bir hayaleti andırıyordu. Gitti, sırtını ağaca yaslayarak oturdu. Ağacın tepesindeki bir karga, garip yolcuyu süzdü. Güneşlenen yeşil bir kertenkele, adamı gözetlemeye başladı. Minik bir tarla faresi, telaşla koşup deliğine gizlendi. Bir serçe sürüsü, adeta toprağa sürünerek geldi, aniden yükselerek ağacın dallarında boncuk gibi dizilip cıvıldaşmaya başladılar. Adamın yüzünde ilk defa bir gülümseme belirdi. Günün ilk sigarasını yaktı. Dumanını keyifle havaya savurdu.
Bir sigara içimlik moladan sonra kalkınca adam, karga havalandı, serçe sürüsü cıvıldaşıp önü sıra uçup gitti. Kertenkele, gözlerini kapatarak güneşlenmeyi sürdürdü. Bir tek tarla faresi, yuvasından çıkmadı. Adam, az gitti uz gitti… Küçük bir tepenin eteğinde, kapısı, camı çerçevesi olmayan metruk bir kulübenin önünde buldu kendini. Tek göz kulübenin, uzun zaman önce terk edildiği belliydi. Yakınlarda, köy ya da kasaba olmalıydı. Heyecanlandı. Patika onu, çelimsiz kavak ağaçlarının sıralandığı kuru bir dere yatağına paralel uzayan yola ulaştırdı. Hafif bir tırmanıştan sonra sağa dönünce kasaba göründü. Yürüdü ve kasabanın girişindeki kahvehanenin önünde durdu. Eşikten içeriye adımını atarken, otuz üç yıl, dokuz ay, on gün sonra, başka bir memleketin, çok farklı dünyasına gireceğinin farkında değildi.
İçerisi loş ve nerdeyse karanlıktı. Kahvehanede, çocuk çıraktan başka kimse yoktu. Göz kararı bir masa seçip oturdu. Az sonra çırak çocuk geldi. Tahta bavuluna ve yaşlı yüzüne bakarak, konuşmadan öylece durdu. Kekeleyerek ‘bir bardak su ve bir çay” diyebildi adam. Gün ortasında kahvehanenin böyle alaca karanlık olmasına şaşarak etrafına bakınınca irkildi. Boş sandığı bazı masalarda, adam suretinde gölgeler mi vardı yoksa ona mı öyle gelmişti… Bilemedi! Sanki kötücül bir merakla kendisini izliyorlardı. Şaşkınlığı korkuya dönüşürken, çırak suyunu ve çayını önüne koydu. Dikkatle baktı, çocuğun yüzünde masumiyetten başka bir şey göremedi. Herhalde yorgunluk, susuzluk ve açlıktan hayal gördüm diye düşündü. Sakinleştikten sonra çevresine bakmaya karar verdi. Suyunu bir dikişte içti. Çayını, serinkanlı yudumladı. Günün ikinci sigarasını yaktı. Daha ilk nefesinde, çevresinden homurtular yükseldi. Telaşlandı. Gördükleri yanılsama değildi. Homurdanmalar gölge adamlardan geliyordu. Çırak koşarak yanına geldi. Duvardaki “No Smoking” yazılı tabelayı işaret etti. Adam, çocuğun kendisini turist sandığını anladı. Çocuğa müteşekkir, sigarasını söndürürken “Thank you” diye fısıldadı. Turist kimliğinin, bu tekinsiz ortamda, kendisine bir tür güvence vereceğini umuyordu.
Bu tuhaf yerden çıkmaya hazırlanıyordu ki, televizyonda bir adam konuşmaya başladı. Altyazıda, Belediye Reisi diye geçti ama kasabanın adını göremedi. Reisin hitabeti güzel, ses tonu yüksekti. Öfkesi burnunda bu adam konuştukça, gölge adamlardan öfkeli çığlıklar, esrik naralar yükseldi. Aynı anda, gölge adamlarda bir değişim başladı. Gölgeler, önce gözlerinden başlayıp kafalarına, sonra gövdelerine doğru, hızla ete kemiğe bürünüyordu. Televizyondaki adamla gürleyip onunla esiyorlardı. İlk girişte boş sandığı bazı masalarda şimdi kanlı canlı adamlar vardı. Konuşmacı, rakiplerine saldırıp onları düşmana dönüştürdükçe, adamlar da düşman kesiliyor, öfkeli el kol hareketleriyle bağırıyorlardı. Televizyondaki adamdan öfke devşirip yenileniyor, öfkenin dozu azaldıkça kararıyor, arttıkça daha belirgin ve görünür adamlara dönüşüyorlardı. Belediye reisinin konuşması bitip görüntü yok olunca, adamlar da değişmeye başladı. Önce başları, sonra gövdeleri karararak gölgelere dönüştüler.
İnanılmaz böyle bir şey, nasıl oluyordu?
Olağanüstü tuhaf yerden usulca ayrılıp hızla kasabaya inince, daha da şaşırdı adam. Kasabanın sokakları da gölge adamlarla doluydu. Kadınlar yoktu sokakta. Sadece çocuklar görünür haldeydiler. Gölge adamlar gidiyor, geliyor, oturuyor, birbirlerini görüp anlıyor fakat kendilerinden farklı ve değişmeden kalan insanları görmüyor ya da görmezden geliyorlardı. Kasaba halkı için yaşlı adam yoktu sanki! Tahta bavuluyla, akşama kadar dolaştı durdu. Kalacak yeri yoktu. Aç, susuz ve bitkindi. Sonunda bir bakkal dükkânına girdi. İçeride sevimli bir kız çocuğu vardı. “Hello” dedi ve kız ona gülümsedi. İşaretle ekmek, tahin helvası, biraz zeytin ve su alarak dükkândan ayrıldı. Nereye gitmeliydi? Bakınırken birden aklına terk edilmiş o kulübe geldi.
Umutla, kasabanın dışındaki metruk kulübeye doğru hızla yürümeye başladı. Kahvehanenin önünden geçerken çırakla karşılaştı. Çocuk, “Nereye gidiyorsunuz” diye sordu. Doğduğu sahil kentinin adını birden söyleyiverdi adam. “Ama… Orası çok uzak” dedi çocuk. “Biliyorum” diye Türkçe yanıtladı adam. Çocuğun şaşkın bakışlarını arkasında bırakarak adımlarını hızlandırdı. Doğduğu kasabaya gidiyordu…
Boş ve harap kulübe onu, çocukluğundaki evinin sıcaklığıyla karşıladı. Tahta bavulunun üzerine sofrasını kurdu. Ekmeğinden bir parça kopardı. Arasına helvayı koyup zeytini katık etti. Öğrencilik yıllarının iştahıyla yemeye koyuldu. Çabucak doydu doymasına da, kendini o kadar yalnız ve gereksiz hisseti ki, gölge adam olmayı bile dileyen çaresizlik içinde olduğunu dehşetle fark etti. Ot yığının üzeride kıvrılıp yattı ve hemen uyudu.
O gece rüyasında anasını, babasını, yuvasını ve gençliğini gördü adam. Devletin adaletine inanan babasının ısrarlı telkiniyle teslim olmaya gidişini gördü. Ayrılırken, anasının son sarılışını, eline tahta bavulu tutuştururken başörtüsünün yeniyle gözyaşlarını silişini gördü. İçi yandı. Hümkürerek ağlarken sesine uyandı. Hücresinde olduğunu sandı önce. Sonra günü, yaşadıklarını ve gördüklerini hatırlayınca, tekrar rüyasına döndü ve oradan hiç çıkmadı.
Ertesi gün, çocuklar oynarken kulübedeki tahta bavulu fark ettiler. Çok azı yenmiş yiyecekler, neredeyse olduğu gibi duruyordu. Çekine çekine içeri girdiklerinde, kıvrılıp yatmış yaşlı bir adam gördüler. Bağırıp çağırdılar… Adamdan çıt çıkmadı. Usulca aklaştılar. Giderek cesaretlenip ellerindeki sopalarla dürttüler. Yine kıpırdamadı adam. Ve sonunda adamın ölmüş olduğunu anladılar. Korktular. Kulübeden fırlayıp kasabaya doğru hızla koşmaya başladılar.
Çocuklar uzaklaşırken kulübeye sızan kuşluk güneşi, yatan adamın yüzünü aydınlattı. Gözleri kapalı adamın yüzünde mutlu bir tebessüm, huzur içinde uyuyordu.