Havanın karardığını fark etmemiş, akşam ezanının okunduğunu ise duymamıştım. 4-2 kazanmıştık. Vakit dar olduğu için ikide haftaym dörtte biter demiştik başlarken. Başka zaman olsa dörtte haftaym sekizde biter derdik. Nasıl eve doğru koştum anlatamam. Yüzümden ateş fışkırıyor, kan ter içindeyim. Kalbim deli gibi çarpıyor. Babam işten dönmeden evde olmalıyım. Hızla merdivenleri tırmanırken Anne, diye bağırdım. Babam geldi mi? Hayır dedi annem. Mutfaktan geliyordu sesi. Bu akşam mesaiye kalacakmış. Rahatlayarak merdivene oturdum. Yorulmuştum ve çok susamıştım. Üstüme başıma dökerek annemin verdiği bir bardak suyu içerken onun yavaş, boğazında kalacak sözlerini hayal meyal duydum. Hemen banyoya gittim, üstümdekileri çıkarıp elimi yüzümü yıkadım. Kardeşimle annem sofrayı kuruyorlardı. Ben de pencereden top oynadığımız alanı seyretmeye başladım. Babam neredeyse gelirdi. Karnım çok acıkmıştı. Masanın başına gittim, mis gibi patates kızartması, ne duruyorsun, atsana bir tane ağzına der gibi bana bakıyordu. Kapıya doğru baktım, gelen giden yoktu. Hemen bir tane ağzıma attım. Aman Allah’ım ağzım kavruldu. Tavadan yeni çıkmış. Çiğnemeyi bıraktım, ağzımı açarak elimle yellemeye başladım. Bir yudum su içtim, yanması geçti ağzımın. Zorlukta yuttum.
Babam pek sık mesaiye kalmazdı. Demek ki acele bir iş çıktı. Normalde beşte çıkardı akşamları, eve gelmesi bir çeyrek. Yemeğe oturmamız altı. Mesaiye bazen iki, bazen dört saat kalırdı. Yatsı ezanı okundu. Babam hâlâ gelmemişti. Annem, çocuklar babanız geç kalacak, siz oturun yemeğe dedi. Kardeşimle oturduk, ızgara köfte, patates kızartması en sevdiğimiz yemeklerdi. Arkamızdan atlı koşuyor sanki, aceleyle yemeğimizi yedik. Hemen dersimizin başına oturduk. Bir an önce bitirmeliydik. Çünkü saat dokuzda radyo tiyatrosu başlayacaktı, bugün perşembeydi. Dersimiz bittiğinde saat dokuza çeyrek vardı. Tiyatroya hazırdık. Babam hâlâ gelmemişti. Herhalde işi uzadı dedi, annem. Biz radyonun başına geçerken annem de pencerenin yanındaki koltuğa oturdu. Odanın lambasını söndürdük. İkimiz de radyoya bakıyorduk. Kırmızı göz lambasına. Ne varsa orada artık. Halbuki ses radyonun arkasından geliyordu. Başlama müziği duyuldu. Heyecanla radyoya yaklaştık. İçine gireceğiz adeta. Tok bir ses, radyo tiyatrosu başlıyor, dedi. Nefesimizi tuttuk. Oyunun adı, kalp çarpıntımızı artırdı: Gri Şapkalı Adam. Tüyler ürperten bir efekt sonrası seslendirenlerin isimleri sıralandı. Çabuk bitsin Allah’ım. Sonunda başladı. Babasını bekleyen çocuk. Bizim gibi. Fakat bizim babamız işten gelecek, onun babası ise ortada yok. Gelmesini bekliyor annesiyle. Ana oğul konuşmaları gizem dolu, konuyu tam anlayamıyoruz. Birbirimize bakıyoruz kırmızı göz lambasının loş ışığında. Henüz konuyu anlayamadık. Gıcırdayan bir kapı, sonrasında şiddetli bir gürültü. Kardeşim yerinden sıçrıyor, elimi tutuyor. Korkma diyorum, bu bir oyun. Ama sahici gibi diyor. Kısa bir süre sonra reklamlar başlıyor, radyodan uzaklaşıyoruz. Kardeşim, çocuğun babası nerede diye soruyor. Henüz belli değil diye yanıtlıyorum bilgiç bir tavırla. Sanki ben biliyormuşum gibi. Biraz sabırlı ol. Sonunda öğreneceğiz. Reklamların arasında kapı çalınıyor. Ses sanki radyodan gelir gibi kuvvetli. Kardeşim, babası geldi diyor. Aptal mısın diyorum. Çocuğun babası buraya gelir mi hiç. Gelen bizim babamız olmalı. Annemle beraber bende kapıya gidiyorum. Kardeşim peşimden geliyor. Gelen üst kattaki ev sahibi, Türkan hanım telefon var size, diyor. Annem hayırdır inşallah diyerek yukarı çıkarken, bize siz evde kalın diyor. Zaten kalacağız, birazdan reklamlar biter, radyo tiyatrosu başlayacak. Sokuluyoruz radyonun başına. Açılış müziği ve oyun kaldığı yerden başlıyor. Anladığımız kadarıyla çocuğun babası aranıyor. Adam gece eve gelebiliyor ancak. Karanlıkta siyah bir gölge, gri bir şapka seçiliyor sadece. Oyunun adı da buradan geliyor. Sonuna yaklaşıyoruz oyunun. Gri şapkalı adamın kimliği açığa çıkacak. Nefesimizi tutmuşuz. Birden oda aydınlanıyor. Annem lambayı yakmış. Kırmızı göz lambası sönükleşiyor, sanki radyo kapanmış gibi bir ağızdan anne, diye bağırıyoruz, elektriği kapat. Aydınlıkta duyamazmışız gibi. Annem, çocuklar diyor, şimdi telefonla bildirdiler. Babanız fabrikada bir kaza geçirmiş. Hastanede ameliyat etmişler. Bir kulağımız annemizde, diğeri radyoda anlamaya çalışıyoruz. Babam nerede şimdi? Eve gelecek mi? Gri şapkalı adam geldi mi, çocuğun babası mı? Kafamda birçok soru uçuşuyor. Yanıtları belli değil. Annem geldi, radyoyu kapattı. İkimiz birden anne diye bir çığlık attık, niye kapatıyorsun. Annem sert bir sesle, çocuklar dedi babanız kaza geçirmiş, ameliyat edilmiş, şimdi eve getiriyorlarmış. Siz ise radyo dinliyorsunuz. Sesi kızgın ve sitemliydi. Sustuk. Gri şapkalı adamın eve gelip gelmediğini öğrenemedik. Bir saat sonra babamı getirdiler. Gülüyordu. Korkmayın dedi, bir şey yok. Sol bacağı alçıya alınmıştı. Kardeşim ve ben anneme sarıldık. Kardeşim kulağıma doğru eğilerek, ölecek mi diye sordu. Hiç aklımda yoktu babamın öleceği. Fakat o andan sonra zihnime yerleşti bu sözcük. Olabilir mi? Babam ölebilir mi? Gri şapkalı adam tahminime göre çocuğuna kavuşacaktı. Çünkü oyunlarda hep mutlu son vardı. Benim babam eve gelmişti ama kaza geçirmişti. Kardeşimin dediği olur mu? Yani babam ölür mü? Bu düşünce içime oturdu. Annemle beraber sabaha kadar babamın başından ayrılmadık. Kardeşim dayanamadı, uyudu annemin kucağında. Bir ara babam sayıkladı. Annem, ateşi çıktı herhalde diye alnına sirkeli suyla ıslatılmış tülbent koydu. Biraz su içirdi.
O gece sabahladık babamın başında. Terlemişti boncuk boncuk. Terini sildim. Yüzü serin geldi elime. Yanağından öptüm. Gözlerim yaşla doldu. Ağlamak istemiyordum. Fakat gözyaşlarıma hâkim olamıyordum. Ya babama bir şey olursa… Ya ölürse! Zihnimden geçiriyordum ama içimden söyleyemiyordum bu kelimeyi. Ölünce babamı bir daha hiç göremeyecektim. Bunu biliyorum. Dedem ölmüştü, onu bir daha görememiştim. Ama o benim babam değildi ki. Babam ölmesin. Hıçkırarak ağlarken annemin elini saçlarımda hissettim. Korkma dedi, baban ölmeyecek.