Onu cenaze evine götürecek arabaya ağlayarak ilerleyen kadın, öyle bir ağlıyordu ki sanki ciğerleri sökülüyordu ve gelen sesten tahmin edebildiğim kadarıyla sarsılarak attığı her adımda gözyaşıyla birlikte kederini de bırakıyordu sokağa. Cenaze evine gideceği de benim tahminimdi. Çünkü hayat, yiten birinin ardından nasıl ağlandığını çok iyi belletmişti bana. Günün o saatinde uyanırsanız denk geleceğiniz şeyler de bellidir zaten. Ya şehrin acıları ya emekçilerin yorgun argın adımları… Ama bu seferki acı benim için yeniydi. Bu pek nadir yoğunlaşan sokak, neredeyse hep aynı şekilde akardı. Kalkıp pencereden bakmak istedim o yüzden. Tanımadığım ama içime bir ağırlık bırakan bu gözyaşlarının sahibini görme merakı içine girdim. Fakat pencerenin önüne varamadan arabanın hareket etme sesi, küçük evimin içini doldurdu, beni de vapurun son seferini kaçırmış bir ada sakininin ruh haline soktu. Yine geç kalmıştım, zaten çoğu zaman geç kalırdım, belki de bu yüzden gidemezdim. Geç kalmak ve gidememek, işte buydu meselem…
Odadan çıkıp salona geçerken hislerimin karmaşasında eski mevzularıma sardım yine. “Sen hep böyle yapıyorsun” lu kavga cümlelerimle bir güzel hırpaladım kendimi her zamanki gibi. Dışarıya güller sunarken kendime topla tüfekle saldırmayı ne zamandan beri sürdürüyordum bilmiyorum ama bazen yoruluyordum. Her kavga bitiyordu da insanın kendisiyle girdiği savaşların sonu gelmiyordu. Ben de başlangıç tarihini bilmediğim bir zamandan bu yana içimle, burada mıhlanıp kalmış halimle, şarkıdaki gibi aklımın hep sonradan başıma gelişiyle münakaşa halindeydim. Hoş haksız da sayılmazdım. Neydi beni burada tutan, ben niye her uçuşumda yere çakılıyordum ve böyle kolayca vazgeçiyordum?
Kafamdaki sorular, oda değiştirmemle birlikte peşimden geldi. Biraz da mutfakta debelenirim sanmıştım ama saatle göz göze gelmemle birlikte içimdeki harpten çekildim. İşe gitmem için zamanım, ben fark etmeden iyice daralmıştı. Derinlere dalıp unutmuştum sorumluluklarımı, yine kahvaltı yapamadan alelacele evden çıktım. Bu haller elbette yeni değildi. Öyle ki hayatımın her anında bazen balon gibi uçar, bazen bilmediğim bir cisim olur yerin dibini boylardım ama hep olduğum yerde sayardım. Düş dünyam beni nereye savurursa orada belirirdim, bu yüzden ruh halim parçalı bulutluydu. Oturduğum yerden gitmenin bin bir hayalini kurar, ardından ev ve iş arası dünyama dönerdim. Evet, işte beni bağlayan şeyi buldum. Hayır, elbette sadece şartlarımı, sınıfımı suçlamıyordum ama yola düşersem üç gün sonra aç kalırım kaygılarıyla beni olduğum yere kilitleyen sistemin hiç payı yok muydu uçamamamda?
Akşam eve döndüğümde kapıyı açmak için anahtarımı, yuvasına yerleştirmeye çalışırken yol boyu dilime dolanan ‘fabrika kızı’ şarkısını patlatıverdim artık. Hayır, fabrikada tütün sarmıyordum. Hatta görece daha şanslıydım, mutlu olmalı ve şükretmeliydim ama mutlu olamayacak kadar yorgun ve usanmıştım. Ayrıca kötü şartları olan insanlara bakıp şükretmek bana çok vicdansızca gelirdi. Gökyüzü için şükredebilirdim, nefes alabildiğim, âşık olabildiğim, evimin yakınındaki begonviller için şükredebilirdim ama sırf kendimi tatmin etmek için bir başkasının acısına bakıp şükretmek zalimce değil miydi?
İşten yorgun argın döndüğüm için bir iki lokmayla karnımı doyurduktan sonra salona geçip televizyonun karşısındaki tekli koltuğuma kuruldum. Dijital bir dizi-film platformundan seyahat ve aşk temalı bir film açtım. Ah ulaşamadığım iki düş… Sevmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki âşık olunca nasıl hissettiğimi unutmuştum. Fakat artık hiçbir sevda limanına yanaşamıyordum, korkuyordum. Bağlanmaktan değil, öldürülmekten korkuyordum. İşte bu mavi ama insan eliyle kan kırmızısına boyanan gezegenin hoyrat sisteminin içime bıraktığı travmalardan biri de buydu. Biri gidememek, düşlediğim yere kavuşamayacak olmak, diğeri kalbin rüzgarını hiç duyamamak, gözü kara sevememek.
Filmin sonlarına doğru göz kapaklarım, üzerine tonlarca ağırlıkta bir kum torbası bırakılmışçasına kapandı. Meydan okumak için giriştiğim birkaç hamle de geri tepmiş, uyku ve uyanıklık arasındaki o karanlık boşlukta salınmaya başlamıştım. O anki hislerimi sorsalar bitik derdim. Bitik ve bezmiş hissediyordum. Macera arayan, yolları düşleyen ama monotonun ötesine geçemeyen bir kadın olarak bitirdim yine günü.
Ertesi gün, gece yarısı uyanıp koltuktan tutulmuş bir vaziyette kalkıp odama geçmiş olsam da güneş yüzünü göstermeden uyandım. Bu saatte kalkmaya bayılırdım. Şehri, güneşi ve sabahı uyandırmak çok hoşuma giderdi. Hayatımın bana keyif veren tek anı buydu galiba. Ah yok, hayatıma haksızlık etmeyeyim. Farklı şehirlere dağılan yakın arkadaşlarımla kırk yılda bir gerçekleştirdiğimiz buluşmalar da beni mutlu ediyordu. Tabii eskiden daha çok haberleşirdik fakat ben akıllı telefon kullanmayı bıraktıktan sonra görüşme kanallarımız azaldı ve eskisinden daha fazla mesafe girdi aramıza. O zamanlar hepsi kızıp adımı antikaya çıkarmıştı ama yapacak bir şey yoktu. Benzer tepkiyi telefondan dolayı WhatsApp’ımın olmadığını duyunca iş arkadaşım da vermiş, ‘zaten sende tam her şeyi bırakıp Tibet’e kaçanların tipi var’ demişti. Hiçbirine kızmamış, darılmamıştım. Beni olduğum yere çivileyen sisteme kızgınlığım, insanlara kızmamı engelliyor, daha doğrusu anlamsız kılıyordu. Ama iş arkadaşım haklıydı, her şeyi bırakıp Tibet’e değilse de sakin bir köşeye kaçmayı çok isterdim. Gelin görün ki ben, çok adil olmayan koşullarda çalışan, kirasını ve faturasını ödedikten sonra ay sonunu zor getiren kadındım, haberlerdeki her şeyini bırakıp dünya turuna çıkan kadın değildim. Ve tüm o uçma arzularımı, şehirden şehre göçme heveslerimi sadece hayallerimde gerçekleştirebiliyordum.
Dün kendimle konuşma mevzusunun dozunu kaçırmış, servise geç kalmıştım. O yüzden hemen ayaklandım, bugün de aynı şeyi yaşayamazdım. Üstelik bugün Cuma’ydı, derhal işin yoğunluğuna kendimi kaptırıp günü bitirmeliydim. Mutfağa geçip küp küp doğradığım patatesin kızarmasını beklerken sokakta olan biteni izlemek için perdeyi araladım. Daha doğrusu, olmayan ve bitmeyeni demeliydim. Zira sokak da hayatım kadar sakindi. O an sokaktaki tek hareket, kamyonette tarlaya götürülen uykulu işçilerdi. Her zaman olduğu gibi daha ayılmamış yüzlerini incelemeye koyuldum, bazen hayalin dozunu kaçırır, gözümün önüne müdahale edebileceğim bir olay getirirdim. Hoş, herhangi bir olaya karışacağım da yoktu ya, neyse. Belki de talih, yapamayacaklarımı bildiğinden bu boş hayatın içine doğmamı istemişti, kim bilir…
Her Cuma olduğu gibi servis görünmeden caddenin başına gittim. Niye böyle heyecanlı olduğumu bilmiyordum, sanki hafta sonu ne yapacaktım? Biraz yatakta biraz kanepede günü geçirir, film-dizi izler, sonuna yaklaştığım Buket Uzuner’in “Su” yunu bitirir, şaşmaz rutinle sıkıntıdan patlardım. Ama en azından daha fazla gitmelerin hayalini kurardım. Belki gemi ile bir okyanus yolcuğuna çıkardım, belki de Hindistan’a gider, Holi Bayramında rengarenk olurdum. Hem ‘insan hayal ettiği müddetçe yaşar’ değil mi şair?