Odanın tavana yakın yerine konmuş yarım pencereden sızan güneşten anlaşılan güneşli ve sıcak bir gün. Selda işe gitme telaşının olmadığı bu Pazar gününde, kenarı bir çentik kırılmış üzerinde kalpler olan kupasına duble kahvesini koymuş, yatakta sabah keyfi yapıyor. Elinde telefonu dün gittiği plaj resimlerine bakıyor. Yer altında olduğu için dairesinin yazları serin olmasını, bir de önündeki minik, ancak bir küçücük masa ve iki sandalye konabilecek bahçesini de seviyor bu evin. Yan apartmanlara bakıyor ve kendi koyduğu bir iki saksı yeşilden başka yeşili de yok ama olsun, Cihangir’de ya ev! Babası öldükten sonra kendisine iyice yapışan annesinin sürekli onunla olma arzusu baskılarına dayanamayıp kendini başka bir eve atmak istediğinde ne olursa olsun ama iyi bir mahallede olsun, ev arayışlarındaki kriterlerinin ilk başındaydı. Mecidiyeköy’de oturuyorum demekle Cihangir’de oturuyorum demek bir miydi? Entel bir hava veriyordu bir kere. Programların çoğu Cihangir’de birbiri ardına mantar gibi açılan kafelerde, Beyoğlu’nda barlarda ya da Nişantaşı’nda oluyordu zaten. Lojistik olarak da çok iyi bir yerdeydi. Her birine yürüyerek gidebiliyor, bu seçtiği yaşam biçimine zar zor yetiştirdiği maaşa bir de taksi parası eklenmiyordu Allah’tan! Bir de küf kokmasaydı ev! Süper olacaktı ama her şey bir arada olmuyordu işte. Muhasebe şefi olarak girdiği ihracat şirketinde hedefi muhasebe müdürü olmaktı. Buna ulaşır ulaşmaz zaten bu evden bir an evvel çıkmaya kararlıydı.

Neyse biz dönelim konumuza. Selda Pazar sabahı keyfinde bir gün evvel ona aşık Erdal’la gittiği Burç Beach’de çektiği resimlerden hangilerini Instagram’a koyacağını seçiyor. O lüzumsuz görüntüleri silen aplikasyonu da yüklemiş zaten. Seçtiği resimlerde yanında Erdal varsa onu siliyor, kendi en havalı, çok açık olmadan seksi olduğu resimleri – e dikkat etmesi lazım, ne me lazım şirketten patronlar bakarlar falan- filtrelerden geçirip tam istediği kıvama getiriyor.  Ağustos ayının son sıcak günlerinden birini, Erdal sayesinde, İstanbul’un en in beachlerinden birinde geçirmiş olmasını elbette herkese gösterecek. Ofisteki kızlar çatlasın! Başlık da hazır Istanbul’da yaza veda etmeden son kaçamaklar! Resimleri yüklemeden evvel, ne var ne yok diye bakayım deyince bir de ne görsün, bütün twitter, instagram, storyler  hep Atatürk resimleriyle dolu! Ay ne oluyoruz diye bir de tarihe bakınca anlıyor ki, o gün 30 Ağustos Zafer Bayramı. Eyvah ki eyvah! Gitti güzelim plaj resimleri. Şimdi onları koysa olmaz. Bu sosyal medyada mahalle baskısının âlâsı var valla. O da Atatürk resmi koymazsa bütün havası kaçar. Ofistekiler arkasından dır dır konuşur, şüpheler atılır ortaya. En iyisi kalabalığa uymak ve bir Atatürk resmi bulup iki laf yazıp bir de Türk bayrağı koyup işlemi tamamlamak. Plaj resimlerini akşama koyar artık diye düşünüyor Selda. Yapacak bir şey yok. Onları da boşa harcayamaz yani.

Odanın loşluğu basınca Selda’yı kendini bahçeciğine atıyor ama Allah kahretsin WiFi çekmiyor orada. En iyisi salonda oturmak. Orası da loş ama tebdili mekânda ferahlık vardır. En azından serin. Pencerenin önünden gelip geçen ayakkabı, sandalet modellerini görüyorum. Ayakkabı modası benden sorulur, diye bir kahkaha atıp kendisiyle dalga geçmeyi de ihmal etmiyor bu arada. Yoksa çekilmez hayat! Şöyle adam gibi bir sevgili yok, başında vıdı vıdı bir anne, her hafta en aşağı bir kere onu ziyaret etmezse ooo bir ton laf, muhasebe müdürü olabilmesi için önünde daha çok uzun bir yol var. Yaş olmuş otuz, çoğu arkadaşı evlenmiş çoluk çocuk sahibi olmuş bile. Ha bu mu istediği hayat? Kucakta iki sümüklü çocuk ve uyuz bir koca. Elbette değil! Ona sürekli prensesim diyen babasını özlediğini hissediyor. Ona aynı duyguyu yaşatacak birini arıyor ve elbette böyle yer altlarında değil, göğsünü gere gere iyi bir mahallede hatta mümkünse Boğaz manzaralı bir evde yaşamak istiyor. Seyahatler istiyor, Instagramda gördüğü romantik resimlerdeki gibi güneş batışına karşın el ele plajda yürümek veya şehre tepeden bakan bir lokantada yakışıklı sevgilisiyle kadehlerini tokuşturmak istiyor. Nasıl kıskanır herkes resimlerini koydukça! Şu Erdal’a tamam mı dese? Aman yok, iyi çocuk ama aşık değil ki!

Neyse neyse, kafasının bulandığını hissedince, tekrar İnstagram’a dönüyor kızımız. Evet Atatürk resmi! Tamam bulalım. Hemen halleder. O kalpaklı veya fraklı resimlerini sevmiyor. Zaten herkes onlardan koymuş. Başka bir şey olmalı. Sadece Atatürk’ün gözlerinin olduğu gözüm üzerinizde ha! gibi resimleri var. Mesela onlardan biri olabilir. Şöyle güzelinden birini ararken Atatürk’e sımsıkı sarılmış bir kız çocuğunun olduğu, Atatürk’ün gülümsediği bir resim görüyor. Sanki babasıymışcasına gayriihtiyari o resmi kaydediyor. Tam o sırada annesi arıyor.

“Efendim anne ne var? Çok meşgulüm. İşim var işte anne. Desem de anlamayacaksın ki! Efendim, senin Facebook sayfana Atatürk resmi koyup bayramı mı kutlayayım? Anne iyi misin sen? Koymayıver, kutlamayıver. Eskiden böyle kutlanıyor muydu ki! Hele sizin jenerasyon! Nasıl, bütün arkadaşların koymuş mu? Ay hepsinin Facebook’u mu var? Hangi ara öğrendiniz de Facebook kullanmaya başladınız. Ben sana babamdan sonra vakit geçiresin diye açmıştım hesabı, hani eğlence olsun diye. Kullandığını bile bilmiyordum. Ben Facebook’a girmiyorum ki artık, çok demode. İşte sizin gibi pinponlar ancak. Yok anne bir şey demedim. Der miyim hiç öyle bir şey? Hiç yaşlı olur musun sen? Neyse annecim senin yerine ben giremem, senin yapman lazım ya da bana şifreni vereceksin. Şifreni bilmiyor musun? Anne delirtme beni. Ha doğru, ben açmıştım hesabı, şifreyi de ben bulmuştum doğru. Anne inan hatırlamıyorum desem. Anne ne olur başlama, sen benim için önemsiz olur musun hiç? Anne ne demek zaten evden bir çıktın artık beni unuttun. Her hafta geliyorum ya! Tamam tamam bir daha ki geldiğimde gezmeye de götürürüm seni sahile. Anne ne olur ağlamaya başlama, baban beni her hafta gezmelere götürürdü diye. Babam yok artık, kabullenmek zorundayız bunu ikimizde. Anne benim için de çok zor, hiç düşündün mü?  Anne tamam ben gencim önümde uzun bir hayat var ama sen tek başına o köşelerde atılmışsın kısmını almayayım lütfen! Abartma anne, elli yıllık arkadaşların var, aralarında kocaları ölmüş bir sürüsü var, komşuların var, ben varım. Tamam anne! Tartışmayacağım. Bir kere de sen sorsan kızım nasılsın, bir derdin var mı, diye. Neyse anne bulurum bir resim koyarım tamam mı? Tamam anne tamam halledeceğim dedim ya!”

 

Gene sinirini zıplatmayı becermişti annesi. Çocukluğunda babasının annesinin gezme sevdasını tatmin etmek için nasıl geceli gündüzlü çalıştığını hatırladı. Babasının tüm itirazlarına rağmen annesi uyuyacak nasıl olsa der onu komşu teyzeye bırakır, gazinolara giderlerdi. Babasının sağlığı bozulup eskisi kadar para getiremese de eve, evde eksik yenmiş ama dışarı karşı hiç falso verilmemişti. Bir kalp krizi erkenden alıp götürüvermişti babasını. Annesinin tüm dünyası yıkılmış depresyona girmişti. Selda da annesine bir Facebook hesabı açmıştı ki, biraz havası değişsin, evdeyken bile dışardaymış gibi hissetsin diye.

 

Şifreyi hatırlıyor aslında. Babacığının baş harfleri ile ölüm gününü şifre yapmıştı. Hemen Atatürk’ün gözlerinden birini seçiyor ve senin yetiştirdiğin Cumhuriyet kadınları olarak her daim izinden yürümeye devam edeceğiz yazıyor annesinin adına. Kendi içinse hiç düşünmeden Atatürk’e sarılmış kız çocuğu resmini koyuyor ve o kız çocuğunun yerinde olmayı ne kadar isterdim diye yazıp Instagram’da paylaşıyor.