Çocukların her daim en çok sevdiği mevsimdir yaz. Deniz, güneş popüler hale getirse de yazı, 1960’lı yıllarda henüz tabletle tanışmamış ilkokula giden çocuklardan biri olarak benim için de ders çalışma zorunluluğu olmadan doya doya sokakta oynamaktı yaz. Uzun günlerde, güneş batıncaya kadar yorulsan da acıksan da oyun mekânlarını değiştire değiştire enerji harcamaktı yaz. Bazen ağaç tepeleriydi mekân, bazen komşunun balkonu, bazen bir park, bazen boş bir arsa. Karadut ağacından inip eve gitmekse yaz günlerinin kâbusuydu. Ellerimiz, yüzümüz, kollarımız mor lekelerle kaplı olsa da aldırmaz, sokak çeşmelerinde yıkardık. Fakat üzerimizdeki kıyafeti dut lekesi yaptıysak kesinlikle kulaklarımızın çekileceğini bilir, eve girmek için annemizin meşgul olduğunu anı kollar, içeriye gölge gibi süzülür, üstümüzü değiştirip lekeli kıyafetlerimizi ortadan kaldırırdık. Sonradan fark edildiğinde eğer annemizin yanında değilsek, hiç hasarsız durumu geçiştirmiş olurduk. Doyamadığımız yaz günlerinin gecelerini ise keyifli hale getiren tek şey bize göre yazlık sinemalardı.
Böyle güzel bir yaz gününün akşamında bütün gün beraber oynadığımız ve o gece bizde yatıya kalacak iki kuzenim ve kardeşim Ali ile babamın yolunu bekliyorduk. Heyecan dorukta, o gece yazlık sinemaya gidilecek. Yemek yendikten sonra en küçüğümüz olan beş yaşındaki Gül öğlen uykusuna yatmadığı için koltukta uyuya kalmıştı. Bu biraz işi bozuyordu tabii. Annemle babam bu durumda sinemaya gidilemeyeceğini bize söylediklerinde, en büyüğümüz olan Nur on bir yaşın getirdiği çok bilmişlikle Gül’ün uyuduktan sonra bir daha asla uyanmadığını kendinden emin bir şekilde söyledi. Abla ya mutlaka biliyordur diye düşündük ve açıkçası işimize de geldi. Üçümüz hep bir ağızdan koro halinde yalvarmaya başlayınca büyüklere çocuk aklına uymak düştü. Yan komşuya anahtar bırakılıp, eve ve uyuyan çocuğa göz kulak olması istenerek yola düşüldü.
Zaten mahallede tek yazlık sinema vardı; eve en fazla beş yüz metre uzaklıktaki Manolya Sineması. Her hafta iki yeni film gelir; biri önden gösterilen kırpılmış genelde kovboy filmi, diğeri ise mutlaka bir yerli film olurdu. Güle oynaya üç çocuk ve iki yetişkin olarak sinemanın kapısına geldik. Biletler alınırken biz yiyecek ve içeceklerin derdine düştük. Sinemamız dört bahçeli evin bahçelerinin birleşmesiyle oluşturulmuştu. Bunun o zamanlar farkında bile değildim. Benim için etrafı yüksek beyaz duvarlarla çevrili bir büyülü kutuydu orası. İki evin arasındaki dar girişten giriliyordu. O iki evin üst katlarında oturanlar ne kadar şanslı diye düşünürdüm o zamanlar çocuk aklımla. Bizi beyaz badanalı bir duvar karşılıyordu önce. En uzun insanın bile arkasını göremeyeceği bir duvar. Bu duvardaki tek giriş mavi kanatlı büyük bir kapı ve o kapının da üzerinde küçük pencereli bir oda vardı. Kanatlı kapının yanındaki beyaz boyalı korkuluksuz beton merdivenle çıkılan bu oda, her şeyin büyüklüğüne inat sanki küçük çocuklar için yapılmış gibiydi. Oraya bir kişi hariç kimse giremiyordu; makinist. Kanatlı kapıları geçince bizi iki yığın karşılıyordu sağlı sollu. Bir tarafta gazoz kasaları, diğer tarafta minder yığını. Sonrasında o zamanlar bana uçsuz bucaksızmış gibi gelen, ortasında iki kişinin yan yana yürüyebileceği bir koridor boyunca uzanan sıra sıra dizilmiş mavi boyalı tahta sandalyeler. Sandalyelerin bitiminde de sihirli kapısını açıp bizi bazen dünyanın bir ucuna bazen memleketimin bir köyüne götüren alt bölümü siyah, üzeri beyaz boyanmış dev bir duvar daha. Bu duvarın kenarlarında da siyah boyanın gizlediği kocaman siyah kolonlar.
Yürüyerek ulaştığımız, her hafta “iki film tekmili birden” diye bağırarak göğsünde ve sırtında film afişleri taşıyan çığırtkanların peşinden koşturduğumuz, bir yerli bir de yabancı filmi bize ulaştıran, televizyonun henüz tek tük olduğu o zamanlarda, arada sırada gelen sirki saymazsak en büyük eğlencemizdi yazlık sinema. Hafta sonlarında otobüs ile gidilen kışlık sinema, hiçbir zaman bu kadar çekici olmuyordu.
Evimizdeki tek çalışan babam olduğu için onun seçtiği bir akşamda dört kişilik çekirdek ailemizin her hafta yolunu aşındırdığı mekândı yazlık sinema. Hafta başında otobüs durağının karşısındaki dut ağacına asılan afişi en önce biz göreceğiz diye mahalle çocuklarının pusuya yattığı ağaç altında ya kardeşim ya ben mutlaka yerimizi alır, eve annemin ya da babamın sevdiği oyuncuya göre müjde götürürdük. “Baba Fatma Girik’in filmi var’’, “Anne Hülya Koçyiğit’in filmi var” “Türkan Şoray’ın filmi var ama arkadaşlar söyledi çok güzel bir filmmiş ne olur gidelim” diye çalışmalarımıza başlardık. İyice kırpıldığı, altyazılı olduğu ve genelde önümüzdeki insanların kafasından göremediğimiz için yabancı filmlerden bir şey anlamaz onların reklamını pek yapamazdık. Öyle ya da böyle her hafta o sinemaya gidip; patlamış mısır, çekirdek, gazoz ve frigo eşliğinde filmleri seyredip, bazen de baba kucağında uyuyarak eve dönerdik.
O gece, babası vardiyalı çalıştığı ve beş kardeş oldukları için bizim gibi düzenli sinemaya gidemeyen kuzenim de bize katılmıştı. Gecenin tadını çıkarıyor, yiyip içerken heyecanla yerli filmi bekliyorduk. Neyse film başladı biz gündüzden kalma yorgunluğumuzun gelmesine yardımcı olduğu uykuya direnerek filmi seyretmeye çalışıyorduk ki babamın adı anons edildi. Hepimiz şaşırdık. Babam telaşla kapıya yöneldi ve biraz sonra sıra başına gelip “Hadi kalkın gidiyoruz!” dedi. Eğile eğile sıramızdan çıkıp sahne ışıklarıyla aydınlanan koridordan kapıya doğru ilerledik. Fakat aklımız yeni başlamış olan filmdeydi, elimizden gelse geri geri yürüyecektik. Kapının dışında komşumuzun oğlu bizi bekliyordu. Gül uyanıp, pencereyi de açmayı başarmış ve en yüksek tondan ağlamaya başlamış. Yan bahçede oturan komşular koşup kapıyı açmışlar ama Gül’ü sakinleştirememişler.
Eve dönüş yolunda, bir yandan olanları hâlâ heyecanla anlatan abiyi dinlemeye çalışırken bir yandan da sinemanın dışına taşan seslere kulak kesilip filmin geri kalanı hakkında fikir sahibi olmaya çalışıyorduk. Biz seyredemediğimiz filmin yasını tutup Gül’e kızarken, babam da anneme kızıyordu çocuk aklına uyup neler yapıyoruz diye.