Hava kararmaya başladı. Yine geç kaldım. Evlerin pencerelerinden çocuklar çağırılmaya başlandı. Annem de seslenmiştir bana, cevap alamayınca kızmaya başlamıştır. Bari babam gelmemiş olsa . Bi de ondan azar işitmesem…
Aklımdan geç kalma bahanelerini hızla geçirirken bir yandan da soluk soluğa koşuyorum yokuş aşağı. Bugün karşı mahallenin çocuklarıyla yakan top oynadık. Bir güzel yendik onları, bizim mahallenin çocukları birer birer döndüler eve akşam ezanından sonra. Ben biraz daha oyalandım işte, sokak köpeklerini sevdim, bi de deli Naci ile karşılaştım, sataştım ona, kovaladı beni, kaçayım derken yolum uzadı. Tabii bunları anlatmayacağım eve gidince. Neyse, denizin kokusu burnuma gelmeye başladı, rüzgârı yüzümde, az kaldı… Annem kapıyı açar açmaz başlar söylenmeye, “Ne bu halin, tozdan, kirden yüzün gözün görünmüyor, çabuk banyoya” popoma şaplağı yemeden banyoyu kaparsam iyi, çıkınca koca bir öpücükle hallederim meseleyi…
Nefes nefese zili çalıyorum. Hayret! Kapı geç açılıyor. Annem sessizce “Gir içeri oğlum diyor, elini yüzünü yıka sofraya gel, baban geldi seni bekliyoruz.” Banyoya giderken mutfağa göz atıyorum, evet babam orda, sofrada oturuyor, üniformasını çıkarmamış, önünde rakı bardağı var. Masa boş gibi. Babamın yüzü çok tepkisiz, elini kaldırıp selamlıyor beni sadece. Allah Allah, çok acayip… Hemen banyoya gidiyorum, tuvaletimi yapıyorum, elimi yüzümü aceleyle yıkamaya çalışıyorum, misket oynamaktan üstü yara olmuş ellerim sızlıyor. Odama gidip üstümü son hızla değiştirip mutfağa gidiyorum. Babama yanaşıyorum usulca, sarılıyorum, koca göbeği kollarımın kavuşmasını engelliyor. Doğruluyorum, kızarmış, tombul yanaklarından öpüyorum. Sabahları öptüğümde aldığım limon kolonyası kokusu yok. Ter ve anason kokuyor. Siyah gözlerini kısmış, dalgın bakıyor. “Hoş geldin aslan oğlum, hadi yemeğini ye” diyor. Bardağının yanındaki beyaz leblebiyi fark ediyorum, bir iki tane alıp ağzıma atıyorum. Anneme yöneliyorum, onu da öpmek istiyorum ama o tabağıma yemek doldurmakla meşgul. Babam; “bana bir şey verme, yemeyeceğim” diyor. Kendine de almıyor annem. Önümde en sevdiğim yemek; köfte, patates, pilav. Ama sanki yolda gelirken açlıktan ölen çocuk ben değilim. Canım yemek istemiyor. Sinir bozucu bir sessizlik var. Annem merakla babama, babam bana bakıyor yine dalgın dalgın. Sonra anneme dönüyor, ” tayinimiz çıktı hanım. Antalya’ya. Okulların açılmasına üç hafta var daha. On beş gün mehil müddetimiz var, hazırlanabiliriz değil mi?” diyor. Annemin maviş gözleri şaşkınlıkla açılıyor. İğreti tuttuğum çatal elimden düşüyor. İkisi birden bana bakıyorlar. Elimi yumruk yapıp masaya vuruyorum, “hayır, ben gitmiyorum, daha yeni geldik biz buraya, ayrılamam ben burdan, çok seviyorum burayı” diyorum. Cevap vermelerine fırsat vermeden kalkıyorum masadan, odama koşuyorum, kapıyı çarparak kapatıyor, yatağımı açıp içine giriyorum… Babamın sesi geliyor derinden, “rahat bırak çocuğu, gitme, onun için de kolay değil. Uyusun, yarın anlatırız, ikna ederiz.” Annemin memnuniyetsiz, kırgın sesini duyuyorum ama ne dediğini anlamıyorum. Mırıltıları devam ediyor uzun müddet, sonra babam yanık sesiyle bir türkü tutturuyor, ” Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir, bu da geçer ağlama…”
İkna filan olmayacağım, ben gitmiyorum burdan. İlk okul biri Ağrı’da okudum. İkinci sınıfı Konya’da, üçüncü sınıfı bu şirin Karadeniz kasabasında okudum. En çok burayı sevdim. Öğretmenimi, arkadaşlarımı, Cemre’yi, hepsini tek tek tanıdığım sokak köpeklerini, deli Naci’yi, sürekli kavga ettiğimiz karşı mahallenin çocuklarını, mahalle arkadaşlarımı… hiç birini bırakmayacağım işte….
Uyuya kalıyorum. Sabah içerden gelen radyo sesiyle uyanıyorum. Annem mutfakta olmalı. Genelde radyoda çalan şarkılara eşlik eder ama bugün sessiz. Biliyorum o da çok üzgün. Her gittiği yere ağlayarak gidiyor, ayrılırken de aynı şekilde ağlıyor… Belki onu ikna edebilirim kalmak için. Bir umut çıkıyorum yataktan, annem yok. Sesleniyorum, cevap yok. Mutfak masasında kahvaltılıklar hazır, sütüme kakao da katılmış Oturup bir güzel doyuruyorum karnımı. Kapı açılıyor, annem elinde bir sürü sana yağı kolileriyle içeri giriyor. Hazırlıklar başladı demek. Kolileri girişte bırakıyor, “günaydın oğlum” diye bana yöneliyor. Yüz vermeyeceğim işte. Anlasın! Ben burdan ayrılmayacağım. Odama gidip üstümü değiştiriyorum. “Ben karşı mahalleye gidiyorum, arkadaşlarım bekliyor” diyorum…Durduruyor beni, “Geç kalma emi, akşam ezanı okunmadan kapıda ol. Üzülecek bir şey yok, her şey daha güzel olacak.” Elime para tutuşturuyor, “simit ayran al öğlen kendine, dikkatli ol…” Sanki kendi üzülmüyor, “Göreceksiniz, bir yere gitmeyeceğim ben!” diyorum içimden. Evden çıkıyorum. Dar ara sokaklara dalıyorum. Öteki mahalleye çıkan yokuşu pas geçiyorum, kasabanın meydanına doğru yürüyorum. Okulumun önünden geçerken biraz oyalanıyorum, belki öğretmenimi görürüm diye bahçeye bakıyorum, okulun tek erkek öğretmeni o. Babamın arkadaşı, onun sınıfına girmemde etkisi var sanırım. Yaramazlık yapınca cetvelle avuçlarımıza vursa da çok seviyorum onu, yaz tatilinde bile okula görmeye gidiyorum. Okul kitaplığından hikâyeler veriyor, okuyup geri götürüyorum. Bugün görünürde yok, bahçede top oynayan çocuklardan biri sesleniyor, duymazdan geliyorum. Arnavut kaldırımlarıyla döşeli yollardan geçip meydana ulaşıyorum. Meydan kalabalık. Atatürk heykelinin önünde bir banka oturuyorum. Yanı başımda ayakkabı boyacısı amca var. Bir yandan önündeki sandalyede oturmuş müşterisinin ayakkabısını fırçalıyor, bir yandan demli çayını yudumluyor, bir yandan da sağa sola laf yetiştiriyor. “Karadeniz’de gemilerin mi battı ufaklık” diye sesleniyor bana. Omuz silkip başımı çeviriyorum. Üstelemiyor, müşterisine dönüp, havadan sudan bir sohbet başlatıyor. Sıkıntıyla kalkıyorum yerimden. Bakkala giriyorum. Cemre’nin sevdiği leblebi tozundan alıyorum iki paket. Aynı yollardan mahalleye dönüyorum. Cemre’yi görmem lazım. Bizim evden iki sokak ötede evleri. Bahçe içinde iki katlı bir ev. Cemre bahçe dışına pek çıkmaz, ya salıncakta sallanır ya da tek başına bebekleriyle oynar. Ona kitap okumayı bir kez daha teklif etmeliyim, belki bu sefer kabul eder. Bahçeleri alçak bir taş duvarla örülü, kapısı demirden, üstüne kırmızı yediveren gülleri sardırılmış, mis gibi kokuyor. Cemre de öyle, o da hep gül kokuyor, annesi uzun, sarı, dalgalı saçlarını hep gül suyu ile tarıyor. Sınıfın en temiz kızı o, siyah önlüğü hep ütülü, beyaz yakası kolalı, düzgün taranıp at kuyruğu yaptığı saçlarına hep beyaz kurdele takar, kışın bembeyaz külotlu çorap giyer çırpı bacaklarına, hava güzelse fırfırlı soket çoraplar. Dersleri kötü, çünkü gözleri iyi görmüyor, kalın şişe dibi gibi camları olan gözlükler takıyor. Okuma yazmayı geç sökmüş, annesinden duydum, ilkokulu bitirsin yetermiş. Hiç de öyle değil! Ben büyüyünce doktor olacağım, apartmanımızın terasından seyrettiğimiz yazlık sinemada oynayan filmlerdeki gibi onun gözlerini iyileştireceğim, gözlük takmayacak artık ve okuyacak. Bahçe kapısından başımı uzatıyorum. Cemre annesinin önünde bir tabureye oturmuş, saçlarını ördürüyor. Annesi fark ediyor beni, ” Orhan oğlum hoş geldin, gir içeri çekinme” diyor. Cemre kayıtsız bir bakış atıyor, gözleri kalın camlar altında bir çizgi gibi. Yüzü çok güzel, ama hep hüzünlü. Geçen yıl okula başladığımızda onun arkasındaki sırada oturuyordum, bütün iletişim çabalarımı reddediyordu. Ben de sataşmaya başladım ona, saçını çekiyordum, teneffüslerde tebeşir atıyordum. Hiç şikayet etmiyor, sadece “yapma” diyordu sertçe. Olsun, en azından konuşuyordu benimle. İkinci dönem bir gün o tuvalete gitmek için izin istedi öğretmenden, hemen arkasından da ben. Koridorda dönüşünü bekledim, birden karşısına çıktım ve yanağından öptüm. Çok ağladı sınıfta ama kimseye bir şey söylemedi. Ertesi gün Cumartesiydi, iki gün göremeyecektim. Akşamüstü anneme yalvardım, “ne olur Cemrelere oturmaya gidelim” diye. “Bakarız” dedi annem, “baban erken gelirse sorarız.” O gün erken geldi babam, iş çıkışı genelde kahveye uğrar, briç oynar öyle gelirdi. 8:30- 9:00 u bulurdu eve gelmesi, ev oturmalarına gitmeyi hiç sevmezdi. Annem benim isteğimi söyleyince hemen “olur” dedi, şaşırdık, meğer Cemre’nin babası briç arkadaşıymış, severmiş onu. Ben önden gittim, “Müsaitseniz annemler size kahveye gelecekler” dedim, kabul ettiler. Gittik, Cemre gülümseyerek karşıladı, ama çok oturmadı bizimle, erkenden yattı. Ben ona iyi davranmaya başladım o günden sonra, o da bazen okula gidip gelirken yanında yürümeme ses çıkarmadı. Çok konuşmuyorduk ama olsun. Tayinimizin çıktığını, benim annemlerle gitmeyeceğimi ilk ona söyleyecektim. Annesi bizi yalnız bırakıp içeri gittiğinde önce leblebi tozunu veriyorum, gülümsüyor, sonra söylüyorum. Cevap veremeden Nevin Teyze içi bisküvi dolu bir tabak ve meyve suyuyla yanımıza geliyor, “Bir yandan atıştırın çocuklar” diyor ve gidiyor. Sessizce yiyoruz. “Eee” diyorum sonra, bir şey demeyecek misin?” “Aptal mısın sen, tabii annenlerle gideceksin” diyor ve arkasını dönüp hızla eve giriyor.
Çok canım sıkılıyor, inanmadı bana. Akşama kadar sokak sokak geziyorum. Deli Naci ile karşılaşıyorum. Kızgın bakıyor bana, özür diliyorum, “Artık sana sataşmayacağım, hem annemler gidiyor ben burada yalnız kalacağım” diyorum, yüksek sesle gülüyor, yanından hiç ayırmadığı sopasına at biner gibi yapıyor, “Deeeh” deyip gidiyor yanımdan. Karşı mahallenin çocuklarının oyun teklifini reddediyorum, bizim mahalledekilere pek görünmüyorum. Hava hafiften kararmaya başlıyor, akşam ezanı okunuyor, evlerin camlarından, balkonlarından çocuklar eve davet edilmeye başlanıyor. Ben deniz kenarına doğru yürüyorum. Asfalt yolu dikkatlice geçiyorum sahildeki yürüyüş yoluna geliyorum. Deniz kenarındaki kalın duvardan atlıyorum, kayalıklardan seke seke kıyıya kadar geliyorum. Hava iyice kararana kadar orda oturuyorum. Dalgaları seyrediyorum, denize taş atıyorum, biraz ıslanıyorum bu arada. Hava iyice kararıyor. Karnım da acıkıyor ama olsun. Eve gitmeyeceğim! Aynı yolları geçip kasabanın tek tük apartmanlarından olan evimize doğru kimseye görünmemeye çalışarak yürüyorum. Annemin sesini duyuyorum, balkondan bağırıyor “Orhan, Orhaaaan…” Çok ararsınız, dönmeyeceğim işte… Apartmanımızın arkasında ev sahibimizin bu evi yaptırmadan önce oturduğu iki katlı, bahçeli, boş eve doğru yürüyorum. Kapı ve pencereleri kapalı, bahçesinde oynarken sıklıkla topumuzu kaçırdığımız kömürlük penceresine doğru yürüyorum. Kaçan topları genelde ben çıkarırım burdan, üstüm başım kömür karası olduğu için annemden ilave azar işitmeyi göze alarak. Şimdi işe yarıyor işte bu tecrübem, zorlanmadan süzülüyorum pencereden aşağı. Artık burda kalacağım, keşke bu kadar karanlık olmasaydı. Çok kötü kokuyor hem. Çişim de geldi. Offf fare var mıdır burda? Başımı pencereye doğru kaldırınca bizim dairenin ışıklarını görüyorum, bu bana güven veriyor. Yine de korkuyorum. Yere kıvrılıyorum, ne kadar süre geçti bilmiyorum, dışarda sürekli adım çağırılıyor, tanıdığın, tanımadığım sesler birbirine karışıyor. Babamın gür sesini duyuyorum bir ara. Şu ağlayan annem mi? Hay allah biraz daha arasınlar çıkayım bari, her seslenişlerinde bir dahakine cevap vereceğim diye düşünüyorum. Yorgunluktan uyuya kalıyorum. Köpek havlamalarıyla uyanıyorum, yaklaşan ayak sesleri var, burada bir yerde olmalı diyor bir erkek sesi, ardından babam adımı sesleniyor, çok kızmıştır, ne yapacağım şimdi ben? İyice büzülüyorum olduğum yerde, derken pencereden bir köpek başı uzanıyor, heyecanla havlamaya devam ediyor. Birazdan kömürlüğün kapısı kırılıyor, alaca karanlıkta babamın iri cüssesini fark ediyorum…
Gerisini çok hatırlamıyorum, annemin dediğine göre yarı baygınmışım eve getirdiklerinde. Sarışın çocuk gitmiş, kömür karası bir çocuk gelmiş eve. Yüzümde göz yaşlarımın oluşturduğu izler varmış… Yok, çişimi yaptığımı kimse farketmemiş. Annem hemen yıkamış, paklamış beni. Günlerce sadece tuvalete kalkmışım, süt içip yatmışım tekrar. Sonra bir sabah onun sesini duyuyorum, Cemre’nin… Toparlanıyorum, oturuyorum yatağımda. Anneme sesleniyorum. Sevinçle geliyor yanıma, sarılıyor, öpüyor, kokluyor. Evet o gelmiş, bana kurabiye yollamış annesi, bırakıp gitmiş, istersem giyinip gidebilirmişim Cemre’lere. Salona çıktığımda çok şaşırıyorum. Nerdeyse bütün eşyalar toplanmış, kolilere doldurulmuş, benim odam olduğu gibi duruyor oysa. “Ne zaman gidiyoruz?” diyorum anneme. “İki gün sonra” diyor, kamyon ayarlanmış, annem ve ben kamyonun arkasında bizim için yapılacak bölmede seyahat edecekmişiz. Yol çok uzunmuş ama eğlenceli olacakmış. “Tamam ” diyorum, “Odam toplanırken sana yardım ederim.”
Annem çok ağlıyor yine ayrılırken, ben de… Bütün mahalle, öteki mahallenin çocukları, öğretmenim yolcu etmeye geliyor. Hatta bir ara deli Naci’yi görüyorum kalabalık arasında. Cemre koca bir sürahi su döküyor kamyonun arkasından, tekrar oraya dönebileyim diyeymiş… Kim bilir, belki dönerim bir gün…
Çocukluğumu anımsattın. Çok güzel anlatmışsın Billur