-Doğru söylüyorsun anne, ben bir radyo âşığıydım.
-Babamın en önemli armağanıydı. Çocukluk bilincimin oluşmasında çok katkısı oldu.
-Öyle deme anne, sen de çok duyarlıydın. İş buyurmazdın, özgür bırakırdın beni.
-Evet. Kimsenin beni rahatsız etmesine izin vermezdin. Radyo saatleri benim özerkliğimdi.
-Yaman bir yürek. Hem vahşi hem duygulu kalbim, aklını, duygusunu, sezgisini çok iyi kullanıyor. Sadece şiir okumuyor öykü de okuyor. Sinemaya tiyatroya gidiyor. Mitinglere de katılıyor…
-Bakma öyle, bir şey anlamadığının farkındayım. Kendimi kendime ifade etmeye çalışıyorum.
-Öyle mi dersin? Muhteşem olacak yüreğim. Hadi bakalım. Çetrefilleşmesin dengeleme gücümüz.
-Unutmam mümkün mü, krem renkli radyo mu?
-Evet. İtiraf etmeliyim ki Gülcan’ı türkülerle sevdim.
-Tabi tabi. Türkü dinlemeyi, söylemeyi çok severdim. Hiç bir türkü programını kaçırmazdım. Şahitsin anne. ‘’Gülcan öldürdün beni’’ de, gönlüm Gülcan’a aktı. Aşk, hasret, gurbet duygularını sesleriyle yorumlarıyla çocuk yaşımda hissettirdiler bana. Sanatçı edasıyla türkü yorumlayan Elif’e kaydı gönlüm. Bakışları, süzülüşü… Keklik gibi ötüyordu.
-Doğru dersin. Türkü programlarını kaçırmazdım. Yurttan Sesler ve…
-Yok yok. Kendine haksızlık etme, güzel söylerdin türküleri.
-Ne? Evet. Bir solist programı… Çok iyi hatırlıyorum. Yirmi dakika falan sürerdi. Üç türkü bir uzun hava olurdu. Spikerler güzel, tatlı sunuş yaparlardı. Hayran kalırdım.
-Hatırlıyorum tabi.
-Yoruldun mu?
-Gerçekten. Tamam anlatayım. Hoşuna gidiyorsa anacığım sabahlara kadar anlatırım.
-Kolay değil toprağın altından sesini duyurmak. Sen dinlen.
-İyi giyindim üşümem. Babamla tarlaya taş temizlemeye gittik. Her Pazar saat on iki otuzda solistler geçidi oluyor ve bu saatte evde olmak şartıyla gittim.
-Evet. Beni kendisiyle her yere götürmekten keyif alırdı. Çalışmaya kendini kaptırdı mı gözü dünyayı görmüyordu. Vakit daraldıkça telaşlanmaya başladım. Babam hiç oralı olmuyor. Oradan yürüyerek köye ulaşmak zaten yarım saat çekiyor.
-Sende biliyorsun. Saat on iki oldu, ben artık gideyim dedim. Şu taşları da toplayalım öyle git. Tamam dedim.
-Sonra ne olacak. Babamı tanımıyor musun? Baktım göndermeye pek niyeti yok. Oyalayıp duruyor. Saat on ikiyi on geçe ben gidiyorum dedim hiçbir şey demedi. Dineldi. Benim yamacı kurşun gibi çıkıp tepeden köye doğru kayışımı seyretti. Uçtum. Dere tepe demeden en kestirme yollardan hızını yitirmemiş kurşun gibi daldığım odada radyonun düğmesine bastığım gibi ‘’Solistler Geçidi’’ anonsu yapıldı.
-Evet. Sen çok telaşlanmıştın sorgusuz içeriye dalışıma.
-Öyle olmuştu.
-Anne geç oldu artık gideyim. Köyden gören olacak diye de tedirginim.
-Dediğinde haklısın gideyim artık.
-Tamam. Tepende dinelmeyeceğim. Her tarafa hatmi tohumları ektim.
-Tabi Ankara’dan bunun için geldim.
-Nasıl mı? Sen hiç hatmi görmedin hayatında. Güzel bir bitki, ben çok seviyorum. İki metre dolayında boy atıyorlar. Çeşitli renklerde çiçek açıyorlar. Sağlık açısından da çok faydalılar.
-Doğru. Senin öyle bir derdin yok.
-Babamla ilgili…
-Radyoda sabah türkü programı olurdu, şu an adını hatırlamıyorum. Saat altı buçuk gibi başlar, epey devam ederdi. O programı da kaçırmak istemezdim. Bazen radyoyu açar koynuma alır, dinlerdim. Siz mal – davarla meşgul olurdunuz. Kardeşlerimde yer yataklarında uyurlardı.
-Yok. Uyurdum. Çoğu zaman başlangıçta bir – iki türkü dinler, uyuyakalırdım. Radyo koynumda türkü söylemeye devam ederdi.
-Evet. Dediğin gibi dinlemek için kendimi çok zorlardım. Her seferinde uykuya yenik düşerdim. Çoğu zaman babamın geldiğini hisseder fakat gözümü açamazdım.
-Ne mi yapardı? Yavaş ve sessizce gelir, yorganımın ucunu kaldırır, radyonun düğmesini kapattığı gibi yorganı tekrar üstümüze örterdi. Üstü açık olan kardeşim varsa üstünü örter ve geldiği gibi yavaş, sessiz bir şekilde odadan çıkardı.
-Gideyim artık. Köyden gören olacak. Hortlak gördük sanacaklar.
-Arabayı karşıya park ettim. Saat üç olmuş, hortlak görmeleri normal değil mi?
-Hoşça kal. Kendine dikkat et dememe gerek yok…
-Radyom var. Arabada da var.
Gecenin zifiri karanlığında, otun, dikenin içinden, taşlardan, hendeklerden tökezleyerek, arabaya doğru ilerlerken yüksek sesle konuşmaya devam ederek, sesini toprağın altına ulaştırmaya çalışır.
-Radyo Tiyatrosu akşamları saat dokuzda olurdu galiba. Geçmiş gün, tam hatırlamıyorum. Hikâyeleri yüreğimizi yumuşatır, duygularımızı hareketlendirirdi. Arkası yarın diyalogları gibi konuşurdum Nurcan’la. Hiç haberi olmadan. Senden uzaklaşıyorum duyuyor musun beni? Duyuyorsun biliyorum. Nurcan’a böyle âşık olmuştum. Sen hepsini biliyordun ama seslendirmezdin. Bildiğini yüzümüze vurmazdın. Geceler boyu konuşurdum, ama çok ciddi bir şekilde, haberi olmazdı Nurcan’ın.
Gülüşün çeyrek ağızlı gamzene doğru. Aşktan yana üstünlük sağlayan, kalbime akan, kalbimi dolduran.
Her ne kadar sen böyle bir şey yok desen de, gerçek bu seyir içinde. Gidişat aşkın pusulasının peşinde olgunlaşacak. Çeyrek ağızlı bir gülüşte kendini yaratacak.
Uzaktan kumandayla araba kapılarının kilitlerini açtığında tekrar annesinden yana döndü:
-Beni bunlarla besledin anacığım…
Arabanın uzun farlarını yakıp anasından yana tuttu. Kalabalığın içinde kurumuş otların, dikenlerin içinde sessizce yatıyordu. Hatmilere güveniyordu, buranın çehresini değiştirip, güzellik katacaklarına. Kollarını direksiyonun üstüne koyup çenesini dayadı. Yine yüksek sesle annesiyle konuşmaya başladı.
Küçük bir kızdın, arkadaşlarınla oynar dururdun evlerin arka sokaklarında. Kıymetliydi yaptıkların. Kuru toprak, toz bulutları kaldırsa da hoplayıp zıpladığında türküler eşliğinde, önemli değildi. Zaten umurunda da değildi. Yeter ki güç kuvvet tükenmesin, yorulmasın ses tellerin. Bilesin ki o türküler hedeflediği kanı tutuşturmuştur. Mayasında saklı olarak var. Sevinç hüzün iç içe, bağlantılı bir paylaşım, karşılıklı bir yanıt alışverişidir hiçbir bedel ödenmeden. Beyin kimyası komutu aldığında rekor bir trafiktir duygu ve ritim dengesinde. Rüzgâr uzakta değil, yakında görenler için. Amaç bellidir, kalıcıdır. Ne demişlerse demişlerdir, korku yaşadığı ülkenin çilesidir asla iflah etmez. Soru sorulmaz cevap verilmez, korku sarmıştır her bir yanı. Adil bir yaşam kendini kitap üretmekle var edebilir. Yol daralmışsa kalanlardan pusula çıkarılır, karesi alınır ve gerçek bulunur. Zırvalamaya başladım anacığım. Yorgunluk, uykusuzluk, özlem… Hepsi bir araya gelince böyle bir şey çıktı ortaya. Sen kafanı yorma olur mu? Hangi programdan kalmadır dersin? Şiir Dünyası olmasın? Tam ismi böyle miydi? Emin değilim ama dehşet bir tonlaması vardı şiir okuyan sunucunun. Tarık Gürcan mıydı adı?.. Şiirleri sarı defterlerime not almaya çalışırdım. Bir kısmını yetiştiremezdim. Yazabildiğim kadarıyla ezberlerdim, o şiirleri kime okurdum? Kime okumazdım ki hiçbirinin haberi olmazdı… Hacer, Nurcan, Gülcan, Elif…
Şiir dinlediğim yılı hatırlamıyorum ama Şiir Dünyası’nı hatırlıyorum. Türkü programlarının yılları olmasa da kendilerini hatırlıyorum. Bazen yılları rakamlarla değil olaylarla isimlendirme alışkanlığımız var. İsimsiz yıllar demek mümkün mü? Kısmeti açılmışsa o yıl Leyla’nın sözlendiği yıldır, 1988 değildir. Ali dayının öldüğü yıl, Nazlı’nın doğduğu yıl, sarı öküzün öldüğü yıl, çokça karın yağdığı, kuraklığın olduğu… Aysel’e âşık olduğum yıldır, 1974 değil.
Geçen bir konudan söz edilirken, annenin öldüğü yıl dendi. 2002 denmedi…
İnanma konusu açılınca: Tövbe haşa oğlum yapma ağzından yel alsın derdin. Ciddiyetin güldürürdü… Gün nerdeyse ışıyacak. Işıklar içinde uyumanı diliyorum. Duam olsun.
Kontak anahtarını çevirdi ve radyoyu açtı.
Cok duygulu yetkin bir öykü olmus kaleminize saglik