On, on bir, on iki yaşlarında üç kardeştik.
Sürekli “susun” diye azarlanırdık zırt, pırt, neden susmamız gerektiğini bir türlü anlayamazdık.
Denizyollarında çalışan babam Marsilya’dan radyo alıp getirdiğinde evimizde muazzam bir sevinç yaşanmıştı.
Küçük, ahşap bir masada serili, kenarı işli beyaz örtünün üzerinde pırıl pırıl parlardı radyo.
Yan komşularımız Katina’yla Niko’nun gramofonunun ardından, bizim radyo, apartmanın ikinci müzik aletiydi.
Mahallemizin mucit amcası Alaettin usta, elektrik prizini duvara vidalamış, uzun bir anten telini duvarların dibine yerleştire yerleştire pencereden dışarı çıkartmıştı.

Bakalit kabuklu, gri renkli, yuvarlak köşeli, kırk santim uzunlukta, yirmi santim yükseklikte, yirmi beş santim genişlikte, uzunca bir radyoydu.
Ön cephesinde, üzerinde bir sürü şehir ismi ve rakamlar olan, boydan boya ışıklı, dar, cam bir ekranı vardı.
Babam ya da annem, radyonun yan tarafındaki siyah düğmeyi çevirdikçe carul curul, cazur cuzur bir sürü sesten sonra net ses bulunurdu.
Cam ekranın üzerindeki kesimin tamamı küçük, yuvarlak düzgün deliklerle kaplıydı. Radyonun her iki yanında, masaya paralel ses kanalları vardı.

Ön cephenin sol alt köşesinde kopkoyu siyah renkte Philips yazısı okunuyordu.
Radyonun üstündeki bakalitin bir kısmı kırıktı.
Annemin, babamın, dayımın radyoda duruşmaları dinlemeye başladıkları ilk gün, susmamızı isteyen uyarıları henüz idrak edemediğimizden babamın öfkeyle radyoya attığı yumruğun iziydi o delik.
Allahtan sadece kırılmış, radyo susmamıştı.
Sussaydı, o delik benim kafamda olabilirdi!

Radyonun çalışmaya başlaması için, düğmesini çevirdikten sonra bir süre beklenirdi lambaları ısınsın diye. Lambalar ısınır, birkaç dakika sonra da sesler duyulmaya başlardı.

Ortalık bir tuhaftı.
Babam, dayım, annem ve birçok komşumuz günün o vakti geldiğinde, ellerindeki işleri bırakır, radyolarının başına geçerlerdi.
O vakit başladığında biz çocukların da sıkıntıları başlamış olurdu.

“Konuşmayı kesin, yerinizden kalkmayın, kıpırdamayın” talimatıyla biz üç kardeş, kabartma kumaşlı, içi ot dolu kırmızılı – pembeli kumaşlı kanepeye hokka gibi dizilir, her gün tekrarlanan bu tuhaf törenin ne işe yaradığını bir türlü anlayamayıp, uzun bir süre, oturduğumuz yerde, bunalımlardan bunalımlara at koştururduk. Ayaklarımızı sallamak bile yasaktı.

Vakit geldiğinde, babam, annem ve dayım, sandalyelerini radyonun durduğu küçük masanın etrafına taşırlar. Annem itinayla radyonun üzerindeki tığla işlenmiş beyaz örtüyü kaldırır, babam düğmeyi çevirir, lambaların ısınmasını beklemeye başlarlardı.
Dinlemeye başlamak üzereyken, son bir defa daha bize tehditkâr el – kol hareketleri yaparlardı.
Tıp diye susardık.

Başlarını radyoya eğer, dinlemeye başlarlardı.
Radyoyu dinledikleri süre boyunca yine de arada bir bize, susun kıpraşmayın işaretleri yaparlardı el kol hareketleriyle.

Dayanamazdık.
İstedikleri kadar “kıpraşmayın” deseler de mümkün değildi ki kıpraşmamamız. Küçücük çocuklardık be yahu!

Sonra o adamın, sesinden çok korktuğumuz o adamın, Yassı Ada Mahkemeleri’nin Başkanı Salim Başol’un gür sesiyle…
“Sanıklar bağlı olmayarak yerlerine alındılar!”
diye başlardı Yassı Ada yargılamaları…

Çok sıkılırdık, çok…