Kaşlarını çattı. Bakışlarını düşürdü. Çenelerini kilitledi. Avurtlarındaki kasların bir bölümü atmaya başladı hızla. Beti benzi yitti… Kâğıt gibi bembeyaz oldu yüzü. Babası, tepesine kadar gömüldüğü öfke çukurundan, oğlunun yüzünü görebilseydi eğer, gıkını çıkarmaz, çekip giderdi. Görmedi adam. Çekip gitmedi de. Üzerine gitti. Bir Osmanlı tokadı indirdi yüzüne. Tınmadı oğlu Demirhan… Çakılı kaldı yerinde. Bu durum babayı daha da sinirlendirdi. Tuttu, yumruklamaya başladı bu sefer. Birden onun yumruğunu yakaladı oğlan. Adamın eli havada dondu kaldı. O zaman görebildi oğlunun yüzünü. O an kaybettiğini anladı. Korkudan donakalmış yüzünün tam ortasına, burnunun üzerine balyoz gibi bir kafa indi. Dizlerinin üzerine çöktü, ağzından burnundan kan boşandı. Ne ağladı, ne de inledi. Sadece korktu. Çok korktu adam… Demirhan’ın babası, Emekli Polis Komiseri Burhanettin Bav.

 

Demirhan, babasını izledi bir süre. Bedeni ve yüzü hâlâ gergindi. Onu, bu halde görmekten hiç ama hiç hoşlanmadığını fark etti. İstediği bu değil miydi? Neydi bu şimdi? Çok içeride, derindeki bir yanı, ayağının dibinde kan revan içinde, acınası haldeydi. Tiksinti, midesinde çöreklendi. Durmadı. Boğazına doğru yükselirken, fırladı… Kendini sokağa zor attı. Böğürerek kustu. Çevresine baktı, sokak boştu. Bir şey olmamış gibi oradan hızla uzaklaştı. Tek ereği suç mahallinden bir an önce uzaklaşmaktı. Sabahın bu erken saatinde bile hava, çok mu çok sıcaktı. Havanın bu apansız sıcaklığı, içindeki öfkenin sıcaklık dozunu mu artırıyordu yoksa içindeki yangın mı ısıtıyordu havayı?

 

Demirhan ve babası bir daha birbirlerinin yüzüne bakmadılar. Bakamadılar. O günden sonra adam, ne karısına bir fiske vurdu, ne de kızlarına ses etti. Sesi soluğu çıkmaz oldu. Aile için utanç verici bu olayın, bir sır olarak saklanması gerektiğini biliyorlardı. Aile dediğin koca bir sır küpü değil miydi zaten? Koy koy… Her şeyi at içine dolmazdı nasılsa. Bu, onun Polis olmasıyla da ilgiliydi. Devletin ve onun eli ayağı, aklı hafızası olan Polisin de hep sırları olmaz mıydı? Devlet adına ve devletin bekası uğruna, hatta onun haberi bile olmadan teşkilat, gerekeni gerektiği gibi gizlilik içinde yapardı. Kendisinin ve ekibinin de nice sırları, kutsal devlet adına, kurunun yanında taze fidanları gözünü kırpmadan budadıkları, ateşe atıp yaktıkları zamanlar vardı elbette. Polis Teşkilatı, Jandarma ve Ordu mensupları, devleti ve milleti için canını vermeye hazır insanlardan oluşmaz mıydı? Bu mesleklerin fıtratlarında vardı ölmek ve gereğinde öldürmek.

 

Demirhan’ın anası ve kız kardeşleri, sevinseler mi üzülseler mi bilemediler. Evin reisi, Allah vergisi acı kuvvetiyle kasları kavi, on dokuzunda olan inatçı bu oğlan olacaktı. Bunu biliyorlar fakat bunun kendilerine bir avantaj sağlayıp sağlamayacağını henüz bilmiyorlardı. “Eve sükûnet, mahalleye huzur gelmişti” bile denebilirdi. Ama hane içinde, sessiz sedasız, içten içe sinsice yanan, görünmez dumanı tüten bir şeyler vardı. Bir süre sonra mahalleli, gürültücü bu evden ses seda çıkmamasından sıkılmaya başladı. Gürültülü patırtılı, bağırışlı günleri özler oldular. Mahallenin ne tadı kaldı, ne de tuzu!

 

Polis Hastanesinde, babanın burnunu onarmak için götürdüklerinde trafik kazası dediler; yüzünü ön camına çarpmış otomobilin. Tam bir ay yatak odasından çıkmadı Burhanettin Efendi. Memlekete gitti dediler. Yüzü gözü düzeldi. “Eskisinden bile iyi oldu” diyordu karısı Şadiye… Kaza öncesi aynı gün çekilen fotoğrafını gösterip. Kızlar da analarını destekleyince babanın yüzünde acılı bir gölge dolaştı. Memleketten dönme vaktinin geldiğini ima ettiklerini biliyordu. Bir şey demedi. “Bu işi uzatmanın manası yok” diyordu Şadiye kadın usunda. Odasında yalnız bıraktılar. Öyle olsun istiyor diye düşünüyorlardı. Şadiye mutfağa seğirtirken “Ben bu oğlana hamileyken, yok kavurmasıymış, yok salatasıymış, yok çorbasıymış diye o kadar ısırgan otu yemeyecektim!” diye söyleniyordu kendi kendine. Oğlanın acı kuvvetini, dik başlı huysuz hallerini, aşererken dadandığı ısırgan otu yüzünden olduğuna inanıyor, suçluluk duyuyordu.

 

Adamsa, şimdideki kendisini, kendisine hikâye anlatır gibi anlatıyordu sessizce usunda. Kendini iğneliyor, umutsuz halini kimseye anlatamadığı için, yine kendisine bir başkasının ağzından anlatıyordu:

 

“Yalnız kalınca dizlerinin üstündeki ellerini gördü adam. Kendi hallerinde, eskimiş lastik eldivenler gibi duruyorlardı dizlerinde. Attığını vuran, vurduğunu deviren bu eller miydi? Ellerini kaldırıp avuçlarına baktı. Uzun uzun baktı. Tüm hayatı bu avuçların içinde yazıyordu.  Ellerim… Ah ellerim diye sürdürdü söylenmelerini. Tekrar ellerine baktı… Pis işler yapılırken kullanılan, içi boş, yıpranmış ve kaldırıp çöp sepetine atılmayı bekleyen lastik eldivenler gibi dizlerinin üzerinde duran ellerine baktı tekrar. Çevresine bakınıp, sahiden onları atacakmış gibi, çöp sepetini aradı. Bunlar, beni simgeleyen benim ellerim. Gel gör ki, güçlerini ve becerilerini yitirmiş, o zavallı tükenik hallerini görmeye artık dayanamıyorum” diyerek söylenmeyi kesti.

 

Yatağa uzandı. İkinci ses mırıldandı içinde: “Kaza gününden sonra ellerine taktın kafayı… Biliyor musun?” İrkildi. “Kaza” ve “kafa” sözcükleri içinde sıkıntılar yarattı. Temmuzun sıcağı dışarıdan, uğursuz düşünceleri içeriden bedenini yakıyor, kan- ter içinde sıkıntıdan boğuluyordu. Sırtını yastığa yasladı. Ellerini, koltuk altlarında gizledi.  Bahçedeki nar ağacına serçeler tünemişti. Hava, giderek kararıyordu. Bedeni, beyninde uzun zamandır dolanıp duran bir düşünceyle ürperdi. “O gece, yorgun argın Dürüye karısına gitmeseydin eğer, bütün bunlar başına gelmeyecekti” diye söylendi. İçinde debelendiği koyu kara pişmanlığın yapışkan suları boğazına dayandı, daha da yükselip gözlerini de örtünce, seyreltik uykusunda yitti gitti Burhanettin Bav…

 

Rüyasında, Dürüye kadın bedenini mıncıklıyor, göğsünü, göbeğini okşuyor, sıcak öpücükler konduruyordu kasıklarına. “Ah… Bıraksa beni de bi güzel uyusam şimdi” diye düşünüyor, gözleri kendiliğinden kapanıyordu. Hafif bir mahcubiyet duygusuyla kendini gayrete getirmeye boş yere çabalıyordu. Çabaladıkça batıyordu uykunun derinliklerine. Tam bu esnada kadın birdenbire “Demirhan senin oğlun mu?” deyiverdi. Birden ayıldı Burhanettin. Göz göze geldiler. Kadının gözlerinde sinsi bir pırıltı, dudak uçlarında kinayeli bir kıvrıntı vardı sanki. “Evet… Ne olmuş ona” dedi Burhanettin. Sesinden, öfkeli bir Polis şiddeti sızdı odaya… Üşüdü kadın. Kalkarken, “Yoo… Öylesine sordum” dedi telaşla. Emekli polis kalktı. Tek laf etmeden giyindi. Kadın ürktü. Suskun kaldı. Söylediğine pişman oldu. Öyle ya da böyle, bu ima’nın hesabını sorardı nasılsa. Polis odadan çıkarken, ardından kadının, sırtına, ensesine hınç ve alay yüklü bakışlarını sapladığını görüyordu. Komiser olarak kaçın kurasıydı o, adamın aklından geçenleri okumasını iyi bilirdi…

 

Ertesi günü sabah erkenden, işe gitmek için tam kapıdan çıkmak üzereyken Demirhan, arkasından seslendi babası. Döndü Demirhan. Burhanettin Bav, belki de ilk defa oğluna böylesine dikkatle baktı ve böylesine apaçık gördü. Birden yüzüne ateş düştü. Alev alev yandı her yeri. “Bu sıska oğlanda, böyle bir cinsel alet… Hayret!” Diye düşündü. Oğluna karşı duyduğu yeni, yabancı ve ilkel bir öfkenin gelip tam çenesinin altında, boğazına yakın bir yere dayandığını hissetti. “Gelsene biraz” dedi adam. Sesi hırıltı, soluğu buz gibi soğuktu. Onu odaya soktu. Oğlunun gözlerine, ta içlerine bakarak ve kelimelerin üzerine basarak sordu:

 

“Dürüye karısıyla bir ilişkin var mı?” Soran bir baba değildi. Dediğini illaki kabul ettirmek isteyen sinsi bir yabacıydı. Gaddardı. İkiyüzlü, sahtekâr ve üstelik bir polisti bu adam. Birden tepesi attı Demirhan’ın. Gayret etti, öfkesini içine itti. Bunu başardığına hem sevindi içten içe, hem de hayret etti. Şimdi karşısında babası vardı yine. Gözlerini babasının gözlerinden kaçırmadan “Sanki senin yok mu? Bunu herkes biliyor” dedi, sessizce haykırarak içinden. Ve polis bu sesi duydu. Anladı her şeyi. Daha da öfkelendi. Öfkede kavrulmuş, boğuklaşmış bir sesle tekrar bağırdı. “O, kadınla bir ilişkin var mı? Yok mu? Sen… Bana… Onu… Söyle!” Demirhan’ın babası kayboldu yine… Karşısında düşman bir rakip, tepesini attıran, gaddar mı gaddar, uzun zamandan beri diş bilediği bir Polis Komiseri duruyordu…

 

Kapkara düşüncelerden sıyrılıp, uzandığı yerde doğruldu Burhanettin Bav. Geceydi. Hem de gecenin en koyu vaktiydi. Sıkıntıyla başını kaşıdı Emekli Polis. Kaşındıkça kaşıdı… Kaşıdıkça daha da çok kaşındı derisi. Saç dipleri sızlamaya başladı. Yorgun düştü. “Eğer…” diye düşünüyordu, “o gece, o halde, o kadına gitmeseydim, başıma bütün bunlar gelmeyecekti! Suç bende… Öyleyse öl Sezar!”

 

Oturma odasından, kızların bastırılmış ağlama sesleri, annenin kontrollü çemkirmeleri, Demirhan’ın boğuk komutları henüz duyulmuyordu. Dışarısı gibi evin içi de sessizdi. Sıcaktı. Boğucuydu. Belki, az sonra kıpırtılar başlayacak, ayak sesleri, açılıp kapanan kapı gıcırtıları duyulacaktı. Evle birlikte sokak da uyanacak, yeni bir gün başlayacaktı. Daha şimdiden bu yeni günün tonlarca ağırlığı üzerine çöktü. Omuzlarına, sırtına abandı. Nefes aldırmaz oldu. İçinde tepişen zıt düşüncelerin gürültüsünü, pişmanlıklarının iniltisini bastıracak, onları susturacak daha baskın bir ses gerekti. Televizyonda, kavgalı dövüşlü, savaşlı bir kanalın sesini açtı. Ekrandan yayılan makineli tüfek seslerinin, gümbürdeyen bombaların gürültüsü arasında patlayan bir silahın sesini kimse fark etmedi. Gürültülerin arasına karışan bu sesi kimse duymadı. Sadece bir köpek uludu sokakta. Nar ağacının dallarına konmuş serçeler panikle havalandılar. Gecenin karanlığında her şeyi gören baykuş üç kere öttü. Sesi, karanlığın duvarlarına çarparak yavaşladı. Sonra, bahçedeki cırcır böceklerinin zırıltılı çağrılarına karışarak yitti gitti. Sabah yeli sessiz esti bahçede. Sadece bir tur atıp, tekrar nar ağacına kondu serçeler sessizce. Ağacın yaprakları sessizce ürperdi. Çığırtkan cırcır böcekleri ansızın susup, yıldızların sessizliğini dinlemeye koyuldular. Ev, sessiz sedasız ufaldı, göz kırpan yıldızların altında görünmez oldu.