Maça kızını ortaya atmadan önce, gözünü kısıp üstündeki minik yazıyı heceleyerek okudu:

  • Bey-za. Kim bu Beyza?
  • Beyza on yaşında bir çocuk. Yani onu en son gördüğümde öyleydi. Yirmi yıl oldu.

Güneşle teması az olan solgun yüzü iyice sararmıştı. Başını yana eğmiş, gözleri yerde, bir suçlu gibi yandan kaçamak bakışlar atıyordu. Şaşırmıştım. İlk defa kapımıza geliyordu. “İçeri gelsene” dedim, sanki gelmeyeceğini bilmezmişim gibi. Elindekileri bana uzattı. Ciltli bir kitap ve iskambil kağıtları. Koşarak uzaklaştı. “Beyza ne oldu!” diye seslendim, arkasına bile bakmadı. Onu bir daha görmeyeceğimi henüz bilmiyordum. Uzun ve dar, loş koridor boyunca gidişini izledim. Kapıda donup kalmıştım. Merdivenden aşağıya inen ayak sesleri bittikten, kapı çarpılmasını duyduktan sonra içeri girip bana verdiklerine baktım. Geçen gidişimde onlara ödünç verdiğim anneme ait Barbara Cartland romanı ve küçük erkek kardeşinin onlarda bırakmam için ısrar ettiği iskambil kağıtları…

Geçen yıl taşınmışlardı apartmanımıza. Arkadaşlığımızın ilk olarak nasıl başladığını hatırlamıyorum. Babası evde olmadığı zamanlar erkek kardeşini gönderirlerdi beni çağırmak için. Ben de hemen evden ilgilerini çekebilecek resimli bir dergi, bir kitap, kızma birader, mikado gibi bir oyun alır koşa koşa onlara giderdim. Tek çocuk ve içine kapanık olduğumdan sanırım annemin de hoşuna gitmişti yeni arkadaşlar edinmem. Aileyi tanımadığı, belki de tuhaf bulduğu halde onlara gitmeme hiç sesini çıkarmazdı. Evin erkeği yokken çağırmaları, her seferinde mutlu dönmem ona yetiyor olmalıydı. 

Babasının tam olarak ne iş yaptığını bilmezdik. Gazete dağıtımında çalıştığını söylemişlerdi. Kimi zaman tüm gün yün beresiyle pencereden başını uzatıp dışarıyı seyrederken görürdük onu. Uzun süre evde olmadığı da olurdu. Arada bir birkaç arabanın apartmanın önüne park ettiğini, yaşlı genç on kadar adamın onların evlerine girdiğini görmüştüm. Beyza’ya onları sorduğumda, “Babamın arkadaşları, sohbet etmeye geliyorlar. Onlar varken bizim odamızdan çıkmamız yasak” demişti.

Annesi güler yüzlü, akça pakça bir kadındı. Evdeki hali buydu ama evin dışında görsem onu tanımam mümkün değildi. Simsiyah bol çarşaf giyer, bir tek gözleri görünürdü. Dışarı çıktıkları pek söylenemezdi aslında. Çocuklar sadece okula gider gelirlerdi. Değil sokağa oynamaya çıkmak, balkonda pencerede bile görünmezlerdi. Beyza benimle yaşıt, kardeşi Büşra bir yaş küçüktü. En küçükleri Bilal yedi yaşındaydı. 

Onlara gittiğimde vaktin nasıl geçtiğini anlayamazdım. Birbirinden ilginç oyunlar oynardık üç kız. Bilal aramızda dolaşır, bazen bize katılırdı. Anneleri yanımıza uğramaz, başka odalarda kendine uğraş bulurdu. Ortalığı dağıtıp kirletmemize, gürültü etmemize hiç ses çıkarmazdı. Kuaförcülük oynarken birbirimizin saçlarını garip hallere sokar, aşçı olacağız diye mutfağı yerle bir ederdik. Benden başka arkadaşları gelmezdi evlerine. Kim bilir sessiz sakin buldukları için mi seçmişlerdi beni? Her şeyimi, saçımı, kıyafetlerimi, davranışlarımı, konuşmalarımı hayranlıkla izlerler, bana popüler şarkılardan söyletirlerdi. Başkalarının yanında utangaç dururken, orada adeta bir film yıldızı gibi hissederdim kendimi. Evlerinde televizyon veya radyo yoktu. Akşamları babalarıyla ilahiler, dini hikayeler dinliyorlarmış kasetten. Son zamanlarda iskambil kağıtlarıyla çok ilgileniyorlardı. Papaz kaçtı, pişti öğretmiştim, çok sevmişlerdi, başka oyun oynamaz olmuştuk. Bazen iskambilden sıkılıyor, bilerek yanıma almayıveriyordum. Onun için Bilal beni çağırmaya her gelişinde hatırlatıyor, “sakın unutma ha!” diyordu.

İlk senemiz çok güzel geçmişti. İkimizin de ilkokul son sınıfta olduğu ikinci yılımızda, Beyza’da bazı değişiklikler görülüyordu. Çok durgunlaşmıştı. Oyunlara katılmak istemiyor, her şeye alınıyordu. Birkaç kez sinir krizi geçirdi yanımda. İlkinde “keşke babam ölse” diye söze başladı. Hayatımda ilk defa böyle bir söz duyuyordum. Anne baba her koşulda sevilirdi. “Babam seneye beni okula göndermeyecek. Okumak istiyorum ben, örtünmek istemiyorum.” diye ağlamaya başladı. Konuşulurken duymuş, babasının arkadaşının oğluyla evlendirmeye karar vermişler onu. Ne yapacağımı bilemedim, sadece izliyordum. Yabancısı olduğum bir dünyaydı onunki. Benim bildiğim dünyada bütün çocuklar okula gider, kimseye örtünmesi ya da evlenmesi için baskı yapılmazdı. Din dersi öğretmenimizin kızı sıra arkadaşımdı. O başını örtmeye çok hevesliydi ama okumaya da devam edecekti. Gördüğüm tek örnek bu olduğu için, diğerlerinin durumunu da onunki gibi sanıyordum. İkinci krizi daha kötüydü. Mutfaktaydık. “Kendimi öldüreceğim” diye ağladı. Elinde gevşekçe tuttuğu bir ekmek bıçağı vardı, yavaşça aldım, direnmedi hemen bıraktı. Sarıldım ona. Şimdi düşünüyorum da tüm bunlar olurken annesi neden duymuyor, ilgilenmiyordu. Annesiyle bu sıkıntılarını paylaşabiliyor muydu? Kardeşi Büşra umursamaz davranıyor, uzaklaşıyordu yanımızdan. 

Günlerden sonra, tüm cesaretimi toplayıp kapı zilini çalabildim. Açılmadı. Bir süre bekledim. Evde olduklarını biliyordum, içerden fısıldamalarını duydum. Aralıklarla zili çalmaya devam ettim. Sonunda kardeşi Büşra kapıyı hafifçe aralayıp başını uzattı ürkekçe, yanakları al al. Alçak sesle kısaca olanları anlatırken bir yandan arada başını çevirip hızlıca arkasına bakıyordu. Tahmin ettiğim gibi babaları iskambil kağıdını bulmuş, çok kızmış. “Kumar bunlar” diye bağırmış, aşk romanını yere çarpmış. Bana anlatmadığı daha kim bilir neler yapmıştır. “Seninle görüşmemiz yasak artık.” der demez kapıyı kapadı

Bu olanlardan kısa bir süre sonra okul bitti. Yaz tatilini geçirmek üzere köye, dedemlere gittik. Döndüğümüzde Beyzaların evi boştu. Taşınmışlar. Nereden geldiklerini bilmediğimiz gibi, nereye gittiklerini de bilmiyorduk.