Sabah havalandırmadım mı ben bu mutfağı, nereden geliyor bu küf kokusu? Şu market torbalarını boşaltayım, buzdolabına yerleştireyim bir an önce, çayı da ocağa koyayım hemen, kız gelir şimdi anne karnım aç, tost yap diye.

A, bak görüyor musun tost dilimleri küflenmiş, bundan geliyormuş koku. Tam İskoçya dağlarına sabah çökmüş sis rengini almış ekmek dilimlerinin üstü. Neden koyu çağla yeşili değil de İskoçya dağlarına sabah çökmüş sis rengi dedin Sabire? Sanki gittin, gördün!

Gidemedim! Tam gidiyordum, Melek geldi. Kurtarıcı meleğim olarak geldi, evliliğimi kurtardı. Beni de doktora tezimden vazgeçirdi. Yani tam vazgeçmemiştim, hazırlıklarımı bitirmiş İskoçya’daki konferansa katılacakken Melek dünyaya gelmek için acele etti. Neye niyet neye kısmet derler ya.

Fuat; sütüm var da emzirmiyor muyum diye arkasını dönüp uyudu, sabah işe gidecekmiş. Melek çocuk yuvasına giderken şu mikoloji tezini bitirirdim, tembel Sabire etrafını suçlama. Melek iki yaşındayken, Taykan karnımda beş aylıktı. Arası iki yaş olsunmuş, adam mühendis ya, işi gücü rakamlarla!

Biyoloji okurken, çevrecilik, şu bu derken mikoloji-mantar bilimi alanında uzmanlaşmaya niye karar vermiştim? Çoğu kimsenin ha, mitoloji okuyorsunuz, çok güzel veya psikoloji okuyorsunuz demek, çok iyi dedikleri mikoloji. Haklılar; çok bilinen bir alan değil ki.

Ah tost dilimcikleri, demek sizleri unutmuşum ha; nerede olsa tanırım unutulmanın ağır kokusunu. Olduğu şey olmaktan çıkıp başka bir şeye dönüşmenin yaydığı koku; dibe itilmek, bir köşede sıkışıp kalmak… Dönüştürülecek şey için bütün çevresel koşullar özenle hazırlanır, kendisi olmak engellenen, kendisi olmanın önündeki engelleri aşamayan teslim olur ve sonunda başka bir şeye dönüşür. Dönüştüğü şey de bünyesine uymayınca iki arada bir derede kalır; o artık ekmek değildir, ama mantar da…  Sabire, altı üstü ekmek küflenmiş diyeceksin bir ton laf ettin.

Yarın kayınvalideme gideyim, uzun zamandır gidemedim, önce anneme uğrayıp yeni bakıcı işini ayarlamam lazım. Allahtan kayınvalidenin eli ayağı tutuyor, bir de ona yetişmem gerekecekti. Orhan yurtdışında, burada olsa ne olacaktı? Orhan’ın karısı böyle şeylere şaşkın şaşkın bakar, elin Alman’ı anlamaz ki, yaşlılarımızı niye huzurevine göndermediğimizi. Orhan da Fuat da kafa yormaz böyle konulara. Telefonla arar sorarlar analarını. Şekeri yükselse, e olur böyle şeyler yaşlılıkta der geçerler. Peki, kocamın annesi benim niye umurumda?

Koskoca gün kayınvalideydi, annemdi derken geçti gitti işte. A yine küf kokusu geliyor burnuma. Yılların alışkanlığı diyeceğim ama laboratuvar yıllarının üzerinden 20 yıl geçti. Dün iyice havalandırdım burayı ama yine aynı kokuyu alıyorum. Hah yakaladım seni, benden kurtulamazsın! İyice sulanmış vıcık vıcık olmuş bu ıspanak ıyyy. Eh Sabire, ıspanak bekler mi? Aldığın gün pişireceksin bunu, dayanmaz işte, sebzeliği de batırır, şimdi bir de sebzeliği sil temizle. Temizlik bizim işimiz.

Yarın Fuat’ın ceketini kuru temizlemeye vermem gerekiyor. Ipad’ini de alayım servisten, araya hafta sonu girerse, başımın etini yer, niye unuttun, unutmamak için yaz bir yere, not al demedim diye. Not alınca işler kendiliğinden halloluyor sanki Fuat işte. Meseleler onun gözünde hep mekanik olarak çözümlenir, mühendis kafası ne olacak! Şu bulaşıkları, ütüleri, alışverişi, hasta bakımlarını, çocukların arkasını toplamayı da formüllere döksen de ben de uygulasam be Fuat. Onun kafasındaki formül belli: Sabire! Sabire ona yetiş, Sabire buna yetiş! Suç bende! Ne güzel mantarlarımla uğraşacaktım, ne oldu? Mikolojide öğrendiklerimi evdekilere iyi mantar yemekleri pişirerek uyguluyorum.

Oğlanın eşofmanlarını makineye atacaktım, unuttum bak, şimdi açarım makineyi, koyarım kaloriferin üzerinde kuruturum, yarına hazır ederim. Taykan da babası kılıklı. Ha Fuat ha Taykan. Melek’le ilgilenebildiğim kadar ilgilenemedim Taykan’la, oğlum gözümün önünde, günden güne babasının huylarını aldı.

Koskoca gün kuru temizlemeciydi, marketti, kabak tatlısıydı, yönetimin aidatıydı derken bitti, bir de Oya’nın çenesi… Telefonda adını görünce açmayacaktım ama kaçtır atlatıyorum, anlayacak diye açtım mecbur. Emekli, kocadan rantiye, evde gündelikçisi, karışanı görüşeni, çoluğu çocuğu, sorumluluk alacağı ebeveynleri yok, zamanı çok konuşur tabii.

Önümüzdeki hafta çizdiğim mantar resimlerini bulup çıkarayım, nereye koymuştum acaba? İyi durumda olanları çerçeveletirim belki.

Yarın babamın ilaç raporlarını uzattırmak için hastaneye gitmemiz lazım. Güven’e kaç kere işini gücünü ayarla da babamızın şu rapor işini hallet dedim, abla fizik tedavim var, zaten işten zor izin aldım diye sızlandı, beceriksiz. Herkesin işi var! Benim işim de herkesin işini yapmak!

Koskoca gün babamın yürümesiyle, hastanede oradan oraya koş bitti işte. Yine koku sinmiş buralara!? Yakınlardan bir yerlerden geliyor. Lavabonun altı! Boru su sızdırmış olmalı, hayret fark etmemişim, İskoç dağlarına çöken sis rengi aşamalarını çoktan geçmiş, Uludağ’da kar durumuna gelmiş bu duvar. Çukurova’nın pamuk tarlasına dönmüş diyeceğim ama Çukurova’da pamuk ekiliyor mu hâlâ? Ne oldu pamukçuluk da mı bitti memlekette? Memlekette her şey bitti tükendi, bir senin işlerin bitip tükenmedi Sabire!

Yarın şu lavabonun altına bir baktırayım, çok masraf çıkmasa bari… Ay neyse bitki çizim kursuna yazılsam mı? O tatlı ekru renkli gövdelerinin tepelerine, pembe karamel arası şapkalarını, şapkalarının üzerine soluk turuncu benekleri kondurabilir miyim? Çizebilir miyim o incecik damarları, dokuları, bu yaştan sonra? Yakın dört, uzak üç numara…

İyi de salonun duvarları niye yeşile çalan bir renge dönmüş. Hoş ben küf rengini çok severim de, bu renk değildi ki duvarlar, Fuat’ın tercihi açık sarıya boyatmıştık. En çok Fuat bozulacak bu işe. Duvarlar küfleniyor Sabire! Nereden rutubetleniyor bu duvarlar? Temelden su alıyor desem, sekizinci katta su ne gezer? Çatıdan gelse… Yok artık, çatıya kadar aramızda dört kat daha var. Fuat istedi bu katta oturmayı manzarası varmış. Sanki evde oturduğu var. Akşamdan akşama geliyor, yemekten sonra horul horul sızıyor. Bütün gün evde olan benim, ama benim de bir durup manzaraya bakacak vaktim olmuyor. Manzara da ne sanki önümüz biraz açıklık, oraya da yakında bir bina kondururlar.

Yarın yönetime gideyim çatı meselesini söyleyeyim. Dünden yemek var, oğlan da okuldan halı saha maçına gidecekmiş, oh ben de sanat malzemeleri satan, o içinde kaybolduğum mağazaya giderim, kitapçılara uğrar, mikoloji üzerine yeni yayınlar gelmiş mi bakarım.

Ama bu küf kokusu iyice arttı, her tarafı sarmış. Tırnaklarıma küf yeşili oje mi sürmüşüm ben? Oje sürecek, oje sürmeyi akıl edecek zamanım mı var benim? Melek’in ojesidir herhalde, sürmüşüm demek ki. Kazağımı yeni değiştirdim ama koltukaltlarıma deodorant yerine küf kokusu sıkmışım sanki. Allah Allah, olur şey değil, aynanın arkası da küflenmiş. Evi küf alıp yürümüş Sabire! Ev, ev olmaktan çıkmış mikoloji laboratuvarı olmuş.

Aynadaki ben miyim!!?? Saçlarım yeşil! Gözlerim de, tenim de!!!… Bacaklarımda ikinci doğumdan kalma varisler var ama bu kadar da değil. Bildiğin iki yeşil sütun belimden aşağı uzanıyor. Koku çok çok yakınımdan, kendimden geliyor, hatta beynimden bütün vücuduma yayılıyor sanki.

Bir gün sonra, bir hafta daha, bu ay çıksın, önümüzdeki yılı atlat derken, kendimi unutmuşum! Küf tutmuşum!