-Şikâyetin neydi amcacım?

-Kızım ben tansiyon ilacımı yazdırıp gideceğim.

-Tamam, hemen hallediyorum.

Kafasının içinde yapması gereken bin tane iş dönerken bugün az hastası olması için dua ediyordu ama ne mümkün, kapısının önü çok kalabalıktı.

Marketten koli, büfeden gazete edinmeyi unutmamalıydı. Yarın bir poşet de buraya getirmeliyim diye düşündü masasının üzerindeki eşyalara gözü ilişince. “Kızım Ece, vizyonun da bu kadar, dizilerdeki gibi süslü kutu bulup koymak yerine poşet diyorsun” diye içinden geçirerek istemsizce gülümsedi. Hani hep hayran olmuştu dizilerdeki o toplanma sahnelerine, iş yerindeki eşyalar havalı kutulara girer. Giysiler mi? Onları da dolaptan askıyla aldığı gibi hooop yatağın üzerindeki valize bitti gitti! Taşınmanın nesi meşakkatli ki böylesi bir durumda değil mi ama? Asıl derdin toplanmaktan öte o toplananların Şavşat’tan taa Eskişehir’e uzanacak yol macerası olduğu aklına gelince gülümsemesi sönüverdi birden. Neyse deyip sırası gelen teyzenin yavaşça odasına girişini izledi.

-Akşam ne yapıyorsun? Yemeğe bana gelsene, sonrasında çıkar yürüyüş yaparız biraz

-Yok Zehracım gelmeyeyim, malum toparlanmam gerek. 

-Ya hallederiz sen merak etme, şurada son günlerin zaten. Bir daha nerde beraber vakit geçireceğiz. 

-Tamam, aklımı çeldin yine bak. Üstümü değiştirip gelirim.

Fakat pek çok defa olduğu gibi, birlikte çıktıkları kapıdan sonraki durağı konuşmaya dalıp gittikleri için yine Zehra’nın mutfağı oluvermişti. Bu minik ilçenin kocaman armağanıydı ona Zehra. Aile hekimliğinde yeri geldiğinde hastaları paslaşmanın yanı sıra sayısızca anının da ortak sahibiydiler.

-Zehra biliyor musun tuhaf gelecek belki ama hiç gitmek istemiyorum dedi elindeki tabağı tezgâhın üzerine bırakırken.

– Gel çıkalım biraz yürüyelim hava iyice kararmadan, yürürken konuşuruz.

Bu minik ilçede ne yana dönersen dön seni yakalayacak olan yeşilin, daha ne kadar farklı tonu olabilir dedirtecek huzuru, sarısını kırmızıya dönüştürmeye başlayan güneşi de içine alarak çoğalıyordu.

-Seninki alışkanlıklarını bırakmaktan korkmak Ece. Yeni olan her şey heyecanlandırdığı kadar korkutur da insanı. Çünkü bilinmezdir, yeninin ne yapacağı belli olmaz. O yüzden insanlar memnun olmasalar bile sırf tanıdıklığın sarmaladığı güven yumağının içinden çıkamadıkları için gidemezler. Bilmediğin iyidense aşina olduğun kötüyü tercih etmek hayatını havalandıracak pencereleri kapatmaktır aslında.

-Haklısın galiba ama aslında burada yakaladığım huzuru bulamamaktan korkuyorum. Keşke dediğin gibi olsaydı, burada hiç mutlu olmasaydım, endişesizce dalıverseydim o yenilik denizine. Kim duysa “oh iyi olmuş kurtuluyorsun o ücra köşeden” diyor da anlamıyorlar ki benim derdim o değil. Mesela sen, mutlu musun burada?

-Yani bilmem ki…Hani bazen daraldığım oluyor çok küçük diye, büyük şehirde yaşamak isterdim ama kaçıp gitmek istiyorum diyecek kadar şikâyetim de yok.

Yeşil denizinin içinde pembe danslar yapan korunga tarlasının yanından geçiyorlardı. 

-Remzi amcayı hatırlıyor musun? diye sordu Ece bakışları pembenin hipnozundayken.

-Şu bizim balcı Remzi değil mi? Hatırlamam mı? Kaç kere kilosu iki yüz elli – üç yüz lira olan balı bedava vermişti bize. 

-Bir gün arı kovanlarını göstermişti bana demişti ki; “şu gördüğün Kafkas arılarına iyi bak bunlar bir başkadır, -35 0C ‘ye bile dayanırlar. Sakın ola gelir sokar mı diye endişelenme çünkü en sakin ve iğnesini sadece bal yapmak için kullanan arı çeşididir, biz insanlara mahsus o iyilik için bahşedilen yetiyi kötülüğe alet etmek. Sen sen ol kafkaslarımın izinden git”. En çok da bu korungalarda dolaşırlarmış, o yüzden ne zaman buradan geçsem rahmetlinin sözleri aklıma gelir.

Sanki bu güzel insanların anısı, sizinle kurduğum arkadaşlık… Hepsi cam bir fanusun içindeymiş de gitmem demek elimde çekiçle bu fanusu tuzla buza dönüştürmem demekmiş gibi geliyor. 

-Dert etme bu kadar ya, orada da bir cam fanusun olur elbet.

-İnşallah 

-Kızım kendine gel, Eskişehir’e, ülkedeki en canlı, belki de en modern şehre gidiyorsun hem de kardiyoloji asistanı olarak. Hem nedir bu aynı huzuru bulamayacağım endişesi? Neden endişe duyarsan ona mıknatıs olursun, ayrıca giderek bizden kurtulacağını mı sanıyorsun? 

Çalan telefondan çıkan ses dalgaları yayılarak aralarına giriverdi yeter bu kadar gevezelik dercesine.

-Alo, sen misin Ali? Sağ ol iyiyim sen nasılsın? Meryem nasıl? Tabii olur uğra, beklerim.

İlçeye ilk geldiği yıl köylere olan haftalık gezici sağlık hizmetlerinden birisi sırasında, Ali’nin aniden fenalaşan hamile eşi Meryem’i arabasıyla ilçe merkezine yetiştirmişti. O günden beri onu unutmamışlardı.

-Zehra ben artık eve geçeyim mi? Bir dünya iş var.

-Olur canım.

Güneşin sarısından sokak lambalarının sarısına razı olmaya başlamakta olan sokakların sessizliğinden, boş kolilerini ve gazetelerini unutmamanın sevinciyle evinin sessizliğine süzülüverdi.

Bardakları kağıtlara sarmakla işe girişirken ortadan ikiye yırttığı insan kaynakları ekinin sayfasından Taner’in ona baktığını fark etti birden. Aynı anda o bakışın sayfadaki diğer insanlarınkinden daha farklı bir anlam taşımadığını da…Eskiden anlam taşıyor muydu yoksa o mu anlam yüklemeye zorluyordu şu an emin değildi. Fakat emin olduğu tek şey bazı bağların aynı anda hem var hem de yok olabildiğiydi. Var sayıp özen gösterdikçe urgandan dantel ipine dönüşen ama yok saydığında da köprüler yapılarak geri gelmesi için yeni yollar açılan saçma bir bağ. Sanki bir kara tahtaya yazı yazarken tebeşir tozları birer birer tahtadan uçup gidiyor, yazısı siliniyordu. Tam tahtanın tebeşir tutmadığını anlayıp gideceği sırada “ne güzel cümleymiş” diyen sesle hayretler içinde olduğu yere çakılıp kalıyordu. Aslında şimdi düşündüğünde o kısır döngüye iyi ki diyordu çünkü hayata baktıkları pencere aynı sokağı bile göstermiyordu da farkında değildi. Fakat esas sebebin kendisi tıp okurken Taner’in halkla ilişkiler okuyor olmasıydı ki bunu kendisine sürekli fısıldayarak söyleyen içindeki Ece’nin sonunda bir gün bağırmasıyla kabullenebilmişti. Acaba şimdi ünlü bir reklam şirketinde çalışıyor olması ona bu özgüveni kazandırmış mıydı? Hiç anlamıyordu, neden güçlü, kendi ayakları üstünde duran kadından kaçılırdı ki? Oysa böylesi kadının tek ihtiyacı sevgiydi ve bunu vermek de bu kadar zor olmamalıydı…Erkekte para, makam, güç vs. kollayan kadınlardan onca şikâyet edip üstüne onları daha makbul gören zavallı bir zihniyetti aslında.

Kapının ziliyle sıçradı. 

-İyi akşamlar doktor hanım, nasılsın?

-İyiyim Ali sen nasılsın, Meryem’le Elif nasıl?

-Biz de iyiyiz çok şükür. Duyduk ki gidiyormuşsun, doğru mu?

-Evet Ali maalesef…

-Üzüldük valla abla, şimdi önce sana şu hediyemizi vereyim unutmadan, anamın elinden çıkmadır. 

Capcanlı renklerle geleneksel bir Şavşat kilimiydi uzattığı.

-Ama bu çok güzel ve değerli, çok duygulandırdınız beni.

-Ne demek, ayrıca evi taşıyacağın zaman haber ver. Abimin kamyonetiyle hallederiz.

– Ali var ya şu an ne desem az, hızır gibisin.

-Abla senin zamanında yaptığın hızırlığın yanında lafı bile olmaz.

Bardaklarla dolu kanepeye kucağında kilimiyle gözleri dolarak oturduğunda anlıyordu ki aslında gitmiyordu, cam fanusunu da yanında götürüyordu…