Gasilhanenin önünde toplanan kalabalık iki gruba ayrılmıştı. Kasabalıdan oluşan çoğunluk Müslüman mezarlığında hemfikirken, hocanın başını çektiği diğer grup Hristiyan mezarlığı diye diretiyordu. Hoca elinden sarkıttığı tespihini havada sallayarak “dirisine yetmiş yıl boyunca sahip çıkmışız zaten. Öteki taraf bu dünyaya benzemez. Ahrette her kulun kendi yerini bilmesi lazım. Kadına sorma şansımız olsaydı eğer, o da din kardeşlerinin yanına gömülmeyi isterdi şüphesiz. Kendinize gelin, müminler! Günahlarınıza ortak etmeyin beni. Komşu Ermeni kasabasının mezarlığına ve Hristiyan usulünce gömeceğiz Nadya’yı. Başka türlüsü mümkün değil.” Hocanın konuşmasını yakinen dinleyen alkolik boyacı Niyazi’nin gözleri parladı. Birkaç kişinin arasından sıvışarak adamın sakalının dibine kadar sokuldu. Eski bozarmış kumaş pantolon ve boya lekeli beyaz gömleğinin içindeki cılız bedeni akşamdan kalmışlığın esrikliğiyle sallanarak parmak uçlarına yükselmeye çalıştı. Hocanın kulağına fısıldayacaktı güya sesinin ayarını tutturamadı. Her iki elini ağzına siper etse de söylediklerini herkes duydu. “Şarap da içecek miyiz öyleyse?” Hoca tespihli elinin tersiyle göğsünden vurarak gerisin geri ittiriverdi Niyazi’yi. Arapça bir şeyler sayıp döktürdükten sonra “ulan kafir oğlu kafir, sen hep içiyorsun zaten” diye sert bir şekilde fırçaladı onu. Hocanın gazaplı bakışlarından afallayan Niyazi “Hristiyan usulünce dedin ya… ölenin ruhuna babında…bir kadehçik de mezara serpilirmiş hani…” gibi yarım yamalak cümlelerle, kendisine gülmemek için dilini dudağını ısırıp duran kalabalığın arasına karıştı.
Tartışmayı duymuyordu emekli Doktor Nejdet Bey. Gasilhanenin önündeki kesilmiş ağaç kütüğünün üstüne oturmuş, ak saçlı başı ellerinin arasında Nadya’nın sınıflarına geldiği güne, yıllar öncesine dalıp gitmişti.
“Soğuk bir kış sabahıydı. Rüzgârın savurduğu karlar dersliğin köşesi kırık camından içeriye doluyordu. Aralarında Nejdet’in de olduğu on-on iki arkadaş küçük kömür sobasının başına kümelenmiş üşüyen ellerini ısıtmaya çalışıyorlardı. O sırada menteşesi paslı kapı gıcırdayarak açılmıştı. Sıralarına geçme telaşıyla ilk başta Nadya’yı fark etmemişti çocuklar. Seher öğretmen selamlaşmanın ardından şöyle takdim etmişti elinden tutup omuzunu okşadığı küçük kızı. “Çocuklar bu, yeni sınıf arkadaşınız Nadya. Alman ordusu Moskova’ya yaklaştığından yaşlıları, kadınları ve çocukları daha güvenli bölgelere göndermişler. İlçe sosyal hizmet görevlileri Nadya’yı bize emanet ettiler. Savaş bitene, askeri doktor olarak ön cephede hizmet veren anne ve babası gelip alana dek bizlere misafir olacak Nadya. Benim evimde kalacak, sizlerle aynı sınıfı paylaşacak. Doğal olarak Azerbaycan’ca konuşamıyor. Ona dilimizi öğreteceğinizden, kardeşçe kucaklayacağınızdan, yabancılık çektirmeyeceğinizden kuşkum yok!”
İlk kez hayatında böyle güzel bir kız görmüştü küçük Nejdet. Bu, her gün itişe kakışa oynadıkları sınıf arkadaşı kızlardan çok farklıydı. Dokunsalar kırılacak kadar narin görünüyordu. Camdan yapılmıştı sanki. Ninesinin “çeyizimden” diye gözünden sakındığı porselen bebeğe benziyordu. Kollarının ağzı ve yakası kürklü beyaz bir manto vardı üstünde. Mantosunun geniş eteğini sivri uçlu yeşil çam ağaçları ve o ağaçların arasında gösterişli taçlarıyla dolaşan kahverengi geyikler süslüyordu. Beyaz eldivenlerinin üstünde de yavru geyikler koşturuyordu. Sarı ipeksi saçlarıyla aynı renkteki kirpiklerinin arasından bakan çivit mavisi gözleri birer nazar boncuğuydu sanki. Kıza hayran hayran bakmıştı Nejdet. Onu, okuduğu masallardan tanıdığı, ormanda mahsur kalmış küçük Kar Prensesine benzetmişti. Öğretmen, hangi sınıf arkadaşıyla aynı sırada oturmak istediğini sorduğunda işaret parmağını Nejdet’ten taraf uzatmıştı Kar Prensesi. Yan yana oturmuş, bir daha da ayrılmamışlardı birbirinden. Çabuk kaynaşmışlardı. Nejdet’le okul dışında da birlikte oynuyor, beraber ders çalışıyorlardı.
Nadya’nın gelişinin üzerinden birkaç ay geçmişti ki savaş sonlandı. Sovyetler kazandı, Nadya kaybetti. Annesi de babası da ölmüştü… Seher öğretmen, arkadaşları bir gün bir akrabasının gelip Nadya’yı alıp götüreceği olasılığına çok üzülüyorlardı. Nadya da çok alışmıştı öğretmeni ve arkadaşlarına. Ne zaman ayrılacakları korkusuyla yıllar gelip geçti. Liseli oldular. Korkulan olmadı neyse ki. Ne arayıp soran oldu kızcağızı ne de Seher öğretmen yanından ayırmak istemedi onu. Azerbaycancayı söktü, örf-adeti öğrendi, kültüre alıştı, kasabalıyı sevdi. Hele Nejdet’i ölesiye sevdi. Nejdet de onu… Lise birdelerdi Nejdet ilk ciddi kavgasını yaptığında. En yakın arkadaşı Arif’in ağzını, burnunu yumruklamıştı. Kimse Nadya’ya yan gözle bakamazdı.
Aşk dolu lise yılları bitince Nejdet tıp okumak için başkente giderken, Nadya kasabada kaldı. El becerisi güzeldi. Terzi oldu. Kasabalı kadınları, kızları hevesle dikip giydirdi. Nejdet okulu bitirince evleneceklerdi diye konuşmuşlardı, olmadı. Tam da murada erecekken, Nejdet’in ölüm döşeğindeki annesi “olmaz” dedi. “O yabancı kızla evlenirsen sütümü sana helal etmem” deyip ağır bir vebal yükledi oğlunun sırtına. Bu vasiyet her iki genci ömürlük yalnızlığa mahkûm ederken, ilk kez yabancılık duygusunu tattırdı Nadya’ya. Yaşarken ilk yabancılık çekişi…
Bugünkü tartışma konusuysa öldükten sonraki yabancılık çekişiydi. Hoca “Ermeni kabristanlığı” diye son noktayı koyacakken, gasilhaneden çıkan bir kadın elinde bir zarfla hocaya doğru koştu. Ölü yıkayıcı kadın, zarfı Nadya’nın üstünden çıkan giysilerin cebinden bulmuştu. Zarf da içindeki kâğıt da sararmıştı. Kâğıtta yazanların yeni yazılmadığı belliydi. Ani bir kalp krizinden öleceğini yıllar öncesinden sezinlemiş gibi ve bugünkü tartışmanın yaşanacağını biliyormuş gibi arkasında küçük bir not bırakmıştı. Çok önceden yazılmış bir not. Zarf, kim bulursa ona ünvanlanmıştı. “Öldüğümde kasabanın mezarlığına gömün beni lütfen. Yoksa ruhum huzur bulmaz. Seher anneme, komşularıma, arkadaşlarıma, bu dünyada olmasa da öteki dünyada Nejdet’ime kavuşma isteğimi çok görmeyin bana…”
Adını duyan Nejdet, oturduğu kütüğün üstünden sıçrayıp hocanın yanında aldı soluğu. Vasiyetin tamamının okunmasına izin vermedi. Sararmış kâğıdı çekip aldı okuyan adamın elinden. Ters ters hocanın gözlerinin içine bakarak suskunluğunu bozdu. “Hoca Efendi” dedi. “Toprak ana evlat ayrımı yapmaz. Kimini erkek, kimini kadın, kimini Hristiyan, kimini Müslüman diye yabancılamaz. Engin koynunu hepimize cömertçe açar. Nadya ebediyette de bizlerle olmak istemiş madem, defin kasabamızın kabristanlığında gerçekleşecektir.” Doktor Nejdet’i destekleyen yoğun bir alkış gürültüsü koptu kalabalıktan. Hocanın tarafındaki azınlık grup da Nadya’nın vasiyetini duyduktan sonra saf değiştirerek çoğunlukla hemfikir oldular. Yalnız kaldığını gören hoca cübbesini savura savura uzaklaşırken “ne haliniz varsa görün” diyerek sinirle tören yerini terk etti. İlk ve son aşkının, komşularının, arkadaşlarının omuzlarında ve dualarla sonsuzluğuna uğurladılar Nadya’yı. Defin sonrası kalabalık kabristanlıktan uzaklaşınca Nejdet, göz yaşlarıyla kırçıllı yapraklarını ıslattığı iki kırmızı karanfili, sevdiğini sarmalayan nemli toprağın üstüne bırakırken dudaklarının arasında hazin bir fısıltıya dönüştü sevgiliye veda cümlesi. “Sonsuzlukta buluşana dek, hoşça kal Karlar Prensesi!”