Yaşlı bir kuşa benzetirdim büyükannemi. Yaylalarda soğuklar düşüp kar kapıya dayanınca; bütün bir yazı toplayıp kuruttuğu dağ çiçeği ve otlarını yüklenip ovaya inerdi. Bize. Evimiz şenlenirdi. Epey yaşlı olmasına rağmen bir köşeye büzüşüp oturmaz, hafif öne eğilmiş uzun ince kametini dik tutmaya çalışarak annemin peşine takılıp oda oda dolaşırdı hep. “Dağlar dinç tuttu beni.” derdi soranlara. Ayak bileklerine kadar inen, üst üste giydiği siyah eteklerinin katları arasına hatmi çiçeği, dağ kekiği, keklikotu saklanmış gibi evin içinde dolaştıkça mis gibi çiçek kokardı her taraf.
Üstüne büyük bir ağacın kökleri dağılmış gibi mor damarlı pamuk ellerinin kınası soldu mu, giysilerinin dağ esintisi kayboldu mu anlardı kışın bittiğini, memleketine güneşin doğduğunu. Ve yeniden başlardı yaylaya dönüş hazırlıklarına. Her sene olduğu gibi yine büyükanneme yollar görünmüştü. Ve yine bohçasını büküp yatağının yanına koymuştu. Gidecekti biliyordum. Hastalığımın iyileşmesini bekliyordu. O kış çocuklar arasında yaygın hale gelmiş boğmaca (halk arasında gök öksürük de denir) illeti, benimle anlaşmış gibi büyükannemi yolundan çevirme kararlılığıyla yapışmıştı yakama. O gittikten sonra ayrı kaldığımız yedi sekiz ay içinde onu ve anlattığı masalları öyle çok özlüyordum ki, gitmesin de ben hep öksüreyim, razıydım. İyileşmem için doktorun verdiği ilaçların yanı sıra kendi tedavi yöntemlerini de birer birer üzerimde deniyordu büyükannem. Sırtıma şişe çekmeler, hacamat yapmalar, nane kaynatıp buharıyla solunum yaptırmalar, böğürtlen, kızılcık reçelli çaylar ve soğuk algınlığına, öksürüğe iyi geleceğini düşündüğü daha neler neler…
Büyükannem bizde kaldığı süre boyunca küçük kardeşim kendi yatağını ona verip annemlerin odasında uyuyordu. Ben çift ranzalı yatağı büyükannemle paylaşmaktan çok memnundum. O akşam iki katlı yatağın alt ranzasına, büyükannemin yerine uzandım. Koltuk altımdaki derece ötünce anneme seslendim. Duymadı herhalde. Yeniden çağıracaktım ki büyükannem buharı tüten bir kupayla odaya girdi. Kupayı yatağın yanındaki komodinin üstüne bırakıp annemin sümbül örgü yaptığı saçlarımı okşadı. “Keklikotu çayı demledim sana sümbül kızım. Birkaç yudum içersen yarına hiçbir şeyciğin kalmaz, hadi güzel kızım” diyerek beni yatağın içinde oturtmak için omuzlarımdan kucaklayarak kaldırdı. Kupayı alıp bana uzattı. Kokusuna ve tadına bayıldığım safran sarısı keklikotu çayını sevmiyormuşum gibi yüzümü buruşturup dudak büktüm. “Öhö öhö, içersem kusarım” derken kupayı geri ittim. Gerçekten iyileşirsem büyükannem gidecekti ve ben bunu hiç istemiyordum. Beni nasıl ikna edeceğini o kadar iyi biliyordu ki. Kalın siyah çerçeveli gözlüğünün üstünden sevecen bir bakışla yüzüme bakıp “İçersen ben de sana keklikotunun masalını anlatırım, ne dersin?” diye pazarlığa başladı. Ellerim benden bağımsız bir hareketle ileri uzandı. Kupayı alıp hafif tatlandırılmış keklikotu çayından bir yudum içtim. İkinci, üçüncü yudum derken büyük annem sözünü tutup masal dünyasının sihirli kapısını araladı. Kapıdan içeri girmeye hazırdık.
“Çok uzun zaman önce, bizim oranın dağ köylerinden birinde gök öksürüğe yakalanmış küçük bir çocuk varmış. Hekim, ilaç filan da yokmuş o zamanlarda. Köyün bütün hastaları yaşlı bir ninenin doğal otlar ve çiçeklerle hazırladığı ilaçlar sayesinde şifa bulup iyileşirlermiş. Yalnız, çocuğu iyileştirecek şey ne bir ot, ne de bir çiçekmiş. Yaşlı nine, çocuğun babasına onun iyileşmesi için bu civarın tek kayalık bölgesinde yaşayan keklik eti gerektiğini söyler. Keklik etiyle yapılmış bir çorbanın çocuğu bu illetten kurtaracak tek çare olduğunu anlatır. Evet, bu keklik çok yüksek ve tehlikeli kayalarda yaşar, ama baba avcı. Ve de kuşu uçarda, ceylanı koşarda indirecek kadar usta bir avcı. Hiç düşünmeden silahlanıp yokuş yukarı kayalıkların yolunu tutar. Az gider uz gider, dere tepe düz gider, ikinci gün akşama dönünce orman içindeki üstü kuru yapraklarla örtülü, yerden fokurdamakta olan küçük bir pınarın başında dinlenmek için oturur. Avuçlarını, kuru yapraklardan arındırdığı buz gibi suya daldırıp kana kana içer. Havada sonbahar serinliği esse de yokuş çıkmak avcıyı yorar. Kalkıp yoluna devam etmek ister ama dizlerinde derman kalmadığını fark eder. İçine birkaç kalın üst giysiyi sıkıştırdığı torbasını başının altına koyup uzanır. Ne kadar uyuduğunu bilemeden gözlerini açtığında kınalı ayaklarının üstünde ürkek ürkek sağa sola seken kekliği görünce gözlerine inanamaz. Keklikle arasında küçük bir pınar var sadece, elini uzatsa tutacak sanki. Kekliğin yansıması, küçük pınarın dibindeki fokurdamalarla yalpalanıp hareketlense de, kendisi av olmaya gönüllüymüş gibi kanatlarını yana açıp kıpırtısız bekler. Avcı, gözlerini keklikten ayırmadan birkaç metre gerisin geri uzaklaşıp tüfeğinin ahşap kundağını sağ koltuğunun altına sokar. Gözünün birini kapatıp avının bağrını nişan alır. İşaret parmağını tetiğe uzattığı sırada her iki kolunun tutamaz olduğunu hisseder ve tüfek düşer. Keklik, eğilip dört beş yudum su içer. Avcı, gücünün yerine geldiğini anlar anlamaz tüfeği nişan filan almadan uzun çifte namluyu yeniden kekliğe çevirir. Yine tetiği çekemez, yine kolları kuruyup yanına düşer. O sırada keklik kınalı ayaklarını yerden yüzüp küçük pınarın üstünde kanatlarını açarak pike yapar. Kafasını birkaç kez suya daldırıp çıkardıktan sonra aniden havada beliren küçük bir hortumun ortasında burula burula yukarı doğru yükselip kaybolur. Avcı, çocuğunun hastalığına tek çare olarak bildiği kekliği avlayamamanın üzüntüsüyle evinin yolunu tutar. Sabah erkenden köyüne varmak üzereyken birkaç kanat çırpışı duyar başının üstünde. Kekliği, ayaklarında taşıdığı bir demet yeşil otu önüne bırakıp yeniden havalanırken görür. Bunun, her neyse hayra alamet olacağını sezdiğinden, kuşun armağanını alıp eve gelir. Eli boş döndüğünü gören karısı çocuğunun öleceğini düşünüp kendini yerden yere atar. Avcı, elindeki ot demetini yaşlı nineye gösterip başından geçenleri anlatır. Nine, bu otun keklikotu olduğunu, uzun yıllardır bu dağlarda yeşillenmediğini ve öksürük dahil birçok soğuk algınlığına bağlı hastalıklarda şifa dağıttığını biliyormuş. Otun çayını yapıp birkaç yudum çocuğa içirtirler. Çocuk iyileşip sağlığına kavuşur. Ve o günden sonra o civarda keklikler avlanmaz bir daha.”
Büyükannem başımı göğsüne yaslayıp saçlarımı okşadığında, keklikotu çayımı içip bitirmiştim. Tatlı bir uykuyla kapanıyordu gözkapaklarım. O gece koynunda uyuttu beni. Camdan giren ilkbahar güneşinin ışıkları yüzümde oynaşırken gözlerimi açtım. İyileşmiştim. Odaya göz gezdirdim. Büyükannem yanımda yoktu. Odadan çıkıp mutfakta kahvaltı masasını toplayan annemin dizlerine sarıldım. Soramadığım soruya cevap hazırlamıştı annem: “Sana keklikotu getirmek için büyükannen keklik olup dağlara uçtu” dedi. Ben de büyükannemi yaşlı bir kuşa benzetmiştim nedense. Uçtu gitti, bir daha da geri dönmedi. Doğduğu topraklarda keklik avı yasaklanmıştı oysa.