Yıl 2013…
Nerden gittim şu filme?
“Kelebeğin Rüyası” ymış! Yalan! Ne rüyası? Olsa olsa “Kelebeğin Riyası”…
Rüya denince göklerde uçar di mi insan?! Nerdeee?! Lönk diye çakıyor insanı beyin üstü yere!
Anacığım gideli henüz bir yıl olmuş; köşe bucak kaçıyorum ağlatacak filmlere gitmekten. Lakin bu defa zorunlu! Hocaları ödev vermişmiş: “Gidile!”… Böyle edebiyat öğretmenleri kaldı mı, hâlâ?! Sınıfta tartışacaklarmış! Daha eve adım atar atmaz biletler hazır, demezler mi?! Kim dinler seni, canın çıkmış bugün işte! Hafta sonu çuvala girdi sanki?! Haa, bi de rahat bıraksalar izlerken, içim yanmış zaten! Film boyunca iki yandan dürtmeler, “Anneee, sessiz ağla, bari!”
Film bittiğinde kızarmış, yanan iki gözle otura kaldım jenerik akarken. İnsanlar ne kadar enteresan! Böyle bir filmin ardından hemen kalkıp gidebiliyorlar! Duygudaşlığı bir kenara bıraktım, görüntü yönetmeni kimmiş ki şahaneydi, müzikleri kim yapmış, gibi gibi… Hiç kimsenin umurunda dahi değil! Bari gölge etmeseler! Bi de onların arasından perdeyi görmeye çalışıyorsun!
Bense o sırada Zonguldak’a varmışım bile! Seneler evvelisi… Tatil dönüşü yolumuz düşüyor adını maden kazalarından duyup öğrendiğimiz bu “kara” şehre. Gün batımına yakın, ilk girdiğimizde içim ürperiyor. Koca kent yaşayan ölü sanki! Allahtan sırtını dağa yaslamış da ayakta hâlâ… Yamaca yerleşmiş bir sürü küçük, yan yana evcikler, her biri ayrı bir renkte. Fakat hepsinin üzerinde siyah bir tül serili… İlk önce alacakaranlığın etkisi sandım. Dikkatle bakınca, her yere kömür karası sinmiş. Kentin üstü de altı gibi kara ve hüzünlü… Neyse ki sonradan öğrendik, orası eski şehirmiş. Yıllar sonra bu filmle tekrar karşımda.
Sinemadan çıktık ama hâlâ etkisindeyim. Hafta boyu sahneler durup, durup gözümün önünde… “Alla Allah, Nazi miyiz biz, neyiz?” Maden işçileri Yahudi… Gaz odaları yerin altında… Oraya götürülüyorlar sanki! Hele “mükellefiyet”… Nefret ettim kelimeden! O sahneye kadar sadece vergiyle ilgili sanırdım. Meğer, hadi mahkûmları bir yana bırakalım – o da olmaz ya – on beş, on altı yaşındaki çocuklar bile madene inmekle “mükellef”… Ya madene inmekle mükellefsin ya da ince hastalıkla! Birisi kapkara diğeriyse kan kırmızısı; sonuçsa bir servinin dibi…
“Unutmak mümkün mü? Asla! Ancak hatırlamamak, belki!” filmin beynime kazınan repliği… Tam da anacığımın acısını unutmaya çalışırken ilaç oluyor bana. Metin Erksan’ın dediği gibi: “Unutmak ihanettir!”
Zorluk üstüne zorluk, zorunluluk yaşanıyor filmde. İyi mi kötü mü bilemedim?! Hem kötü hem iyi! Yaşamın kendisi gibi… Sonunda aydınlığa çıkıyorsan ne âlâ! Oysa ağır bedeller ödemişsen, ödüyorsan, özetle ezilmişsen neresi iyi olabilir ki? Ama o ezilmişliğine rağmen başını dik tutarak, “Ben yalvarmayı beceremiyorum!” deyince şair filmde, “helal olsun” diyor insan. Yine de hınzır akıl durmuyor işte, “Acaba kendisi için olsa yalvarır mıydı?” diye de sorgulatıyor bir yandan! Yok, yok! Ayıp etmeyeyim şairimize…
Mert Fırat’ı beğenirim aslında, ne de olsa tiyatro kökenli. Lakin bu filmde birazcık fazla oynamış gibi! Film o kadar sahici ki oynama yaşa diyor adeta! Yılmaz Erdoğan da Hoca’ya yalvarmak için faytonun peşinden koşarken bir de baktım, Mükremin fötr şapka takmış koşturuyor ardından; gülmem tuttu bir an. Ne beter şey, rolün gelip üstüne yapışması bir oyuncunun! Ne yani, Behçet Necatigil gibi mi koşacaktı? O da nasıl olacaksa? Hani, Mükremin gibi de olmayaydı, iyiydi! E, o da zaten Yılmaz Erdoğan! Mükremin de onun gibi koşacak elbette, falan filan derken ay nerden geldim ben bu tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan muhabbetine. Film eleştirmeniyim sanki mübarek! Rahat bırak şu filmi. Kaçırma büyüsünü…
Haaa, bi de “Öpüşmek yok!” repliği var ki! Bak yine duramadın, söyleyeceksin illa, di mi? Bir “İncir Reçeli” esinlemeciği gibiydi… Ha-ha-ha!!! Kötüyüm ben kötüyüm! Halbuki ne deniyor: “Esinleme normal, sırıtmadıkça!” Doğrudur! Aman “İntihal!!!” olmasın da… İntihalperver Cemiyeti üyelerinden geçilmiyor memleketimde! Hem niye geçilsin ki yolun sonu rektörlüğe varacaksa?!
Kıvanç’a gelince saygı duruşuna geçtim önünde. Rolünün hakkını vermiş doğrusu. Mankenden oyuncu olur mu klişesi yerle bir… Ara ki bulasın Tatlıtuğ’u! Oysa billboardlara bakınca bir James Dean karizması çıkacak zannediyorsun karşına. Çıka çıka gariban bir şair çıkıyor; kemikleri sayılsa yeridir! Aklını kullanmak güzel şey doğrusu! Şöhreti ilk yakaladığında diyorlar ki buna: “Bunca şöhrete rağmen neden gerek duydunuz bir konservatuara yazılmaya?” El cevap: “Şu an gelen tekliflerin jön olduğum için geldiğini biliyorum. Bundan on yıl sonra oyuncu olduğum için gelmesini isterim!” Hollywood’un gözü kör olsun! Kendi çöplüğünde kral olmak da yabana atılmaz tabii ki!
Yazıya merakı olanlar daktilo sahnesine bayılmışlardır. Bir an düşününce, ha o günün bir oda dolusu daktilosu, ha bugünün bir oda dolusu bilgisayarı… Ha o günün Anadolu çocukları ha bugünün… Ta 1940’lardan 2020’lere… Değişen pek bir şey yok aslında! Corona iyot gibi açığa çıkardı: Fırsat eşitliğimiz yerlerde! Ama, fakat serde şairlik varsa filmdeki gibi, kim tutabilir ki seni? Her yer senin; evin duvarları boyunca… Başka bir versiyon da Aysel Gürel… Bak yine sıçradın gittin! Neyse, tutma bari, başladın artık! Rivayet olunur ki kızları Mehtapla Müjde’den bembeyaz dolaplı bir mutfak istiyor Deli Aysel… Onlar da tamam deyip yaptırıyorlar bir güzel. Günün birinde kalkıp eve geliyorlar ki ne görsünler kapakların üzeri silme şiir/şarkı sözleriyle dolu… Yetenek/tutku, her neyse, fışkırıp çıkıyor demek ki bir yerlerden, tutamıyorsun içinde… Senin tutamadığın gibi de, seninkinde yetenek nerede?
Seyretmeden önce filmin adını duymaya başladığımdan beri hep yanlış hatırlıyorum. Nereden çıktıysa, “Kelebeğin Etkisi” deyip duruyorum. Kızlar düzeltmekten bıktı. Düşünüyorum da keşke yerini bulan bir bilinç kayması olaymış. Filmin yarattığı kelebek etkisi tüm kömür madenlerini insan hayatlarını daha fazla karartmadan kapattırıp bitireymiş şu işkenceyi; kelebeğin rüyası gerçek olaymış! Coğrafyanın altını oyan insanoğlu, görse gerçeği, kendi altını oymakta aslında… Ama oyanla, oydurtan bir olmayınca, oyulanı kim düşünecek ki bu dünyada?!
İnsanın, insan olmak hasebiyle herhalde gerçek hikâyelerden aldığı tat bir başka, sinemada, edebiyatta, sanatın her dalında. Yönetmen Yılmaz Erdoğan en az yedi kez alkışlanmayı hak ediyor. Tam yedi yılda hazırlanmış bu filme.
Günümüzün moda deyişiyle daha fazla spoiler verme; hâlâ görmeyenler vardır belki de?!