Bodrum katındaki karanlık dairemin kirli duvarında asılı, epeydir yanmayan apliğin arada bana göz kırpmasının anlamı olmalıydı. Karanlığa sorularım olacaktı cevabını umursamadığım. Kendimi bırakıp yüksekten avazım çıktığınca bağırışlarım. Korkutmayan korkularım. Uçurmayan uçurumlarım. İçime içime döndükçe, dışımda olup bitenleri daha iyi anlamalarım. Aydınlığa ulaşabilmek için karanlığa kendimi bırakmalarım…
Olmak istediğim yerler vardı, olmuştum. Yapmak istediklerim vardı, yapmıştım. Olmak istediklerimin de yapmak istediklerimin de gerçekten olmak ya da yapmak istediklerim olmadığını fark edip kendime yeni amaçlar belirlemiş, onların da olmak ya da yapmak istediklerim olmadığını fark ederek bir daha bir daha… Sonra güm! Terk etti içim beni. Oysa huzurlu olduğum tek yerdi. Öyle ya, insanın kendi içinden daha huzurlu neresi olabilirdi ki? İçimdekilerin sonuncusu dün gitti. Bugüne kadar diğerleri ile… Olmadı işte… Alışkanlığım mıydı, sevdiğim mi, karım mı, çocuğum mu, arkadaşım mı, annem mi, hepsi mi? Hepsini birden alıp gitti. Korkuyordum. Korkmamak için korktuğunun başına gelmesi gerekirmiş, anladım. Sıkıcı, beyin yiyen bir kurtçuk gibi yaşamaktansa kendi can sıkıcılığıma kendi yalnızlığıma daha sıkı sarılmalıydım. Öyle demişti giderken içinden. İçimden. Sen sıkıcı beyin yiyen… Ben sıkıcı beyin yiyen… Eğer acıması gerekiyorsa canımın, bunun için ona ya da diğerlerine gerek yoktu. Kendi canımı kendim acıtabilirdim. İşe yaramaz bedenime vurabilir, vurup vurup acımı kutsayabilir, karanlığa bırakabilirdim gelgitlerimi. Kendime sığmıyorum demiştim. Duygularım söz olamadan içimde patlıyor, bedenim dimdik ayaktayken ruhum yalpalıyor. Bir kurtçuktan hiç beklenmedik sözler etmiştim giderken. Gitmesini istemedim ama gitti ve ben kendimi diğer insanların arasından sıyırıp geceye kurban etmeye karar vermiştim.
Artık başlamalıydım.
Salonun tam ortasında masa. Masada bir kâse… İçinde kirazlar… Aylardır orada duruyorlardı. Yumuşamış, ezilmiş eğri büğrü, zavallı görünüyorlardı. O kâsenin içine girip ben de sizdenim demek geldi içimden. Getirip oraya koyduğu zamanı hatırlıyorum. Organik bunlar, demişti. Berbat görünüyorlar, demiştim. Bir süre izledim kirazları. Sanki bana bir şey söylemek istiyorlardı. Apliğin ışığı birkaç kere göz kırptı. Sadece kirazlar değil, aplik de bir şey söylemek ister gibiydi. En çok aplik bir şey söylemek ister gibiydi. O an fark ettim kurtçukları. Kurtçukların, onun getirdiği organik kirazların içinden çıkmasının tesadüf olamayacağını. Kapadım gözlerimi, rastgele seçtim birini. Attım ağzıma bir iki çevirdim, çiğnedim, yuttum. Kaygan, yumuşak, tatsız, varla yok arası tanımlayamadığım bir şey dolaşır gibi oldu ağzımda. Sonra kayboldu. Ortalık zifir karanlığa döndü önce, ardından uzun uzun yandı apliğin ışığı.
Yandı… Yandı yandı… Yandı söndü.
Kiraz hiç ısırılmamış gibi fırladı ağzımdan. Ezik büzük kiraz, dalından yeni koparılmış gibiydi. Işık oyunu mu, yanılsama mı, deliriyor muydum, her ne oluyorsa oluyor ama iyi bir şey oluyor gibi hissediyordum.
Bir tane daha… Bir tane daha…
Kirazı ağzıma atınca ortalık zifir karanlığa dönüyor, ağzımda yumuşak kaygan bir his oluşuyor, kirazın ağzımdan çıkmasıyla apliğin ışığı yanıyor, ışığın yanmasıyla birlikte tazecik, pırıl pırıl yeni kiraz önüme düşüyordu. Kurtçuklar içimdeydi artık. Kirazların kurtçuklarını yemekle kirazlara iyilik mi yapıyordum. Bunun cevabı gecedeydi. Apliğe döndüm yüzümü. Neler oluyor? Bir iki kez titredi ışık. Yandı, yandı yandı söndü. Devam et der gibi yandı. Yanıp söndü. Zifiri karanlığa gömüldü ortalık. El yordamıyla kâseyi buldum. Koltuğa gömülüp önüme küçük sehpayı çektim. Dışarıda yağmur vardı. Bir arabanın ıslak asfaltta çıkardığı tekerlek sesi duyuldu uzaklardan. Uzaklardaydım şimdi. Ben de o da. Kâsedeki kirazlar bitene kadar tekrar etti bu. Ezik kiraz, yumuşak his, yanan ışık, ağzımdan fırlayan taze kiraz. Kâse boştu. Yerdeki kirazlar karanlıkta bile parlıyordu artık. Bir kâse daha kiraz duruyordu masada ezik büzük. Organik bunlar diyordu sesi. Berbat görünüyorlar diyordum. Zifiri karanlık sarıyordu her yanı önce. Kâseyi alıp kirazları yiyor, daha doğrusu yiyip bitirdiğimi sanırken, kurtlarını emip onları tazeliyordum. Bu kez apliğin değil, telefonumun ışığı yanıp söndü. Saati fark ettim. 04.10 yazıyordu. Saatlerdir buradaydım. Aplik öncekilerden uzun yandı. Görünmez bir el, oturduğum koltuktan çekip kaldırdı bedenimi. Dışarıdaki yağmur hızlandı. Islak asfalttaki lastik sesi çoğaldı. Bense odanın içinde koşmaya, koşarken de bağırmaya başladım.
Bağırıyor koşuyor, koşuyor bağırıyordum.
Işık yanıyor, yanıp yanıp sönüyordu.
Güm!
Kocaman bir bıçak saplanır gibi oldu karnıma. Kısacık bir an ama dayanılmaz acı. Salonun ortasına, dizlerimin üstüne çökerken apliğe çevirdim kafamı. Sordum.
Nasıl dayanacağım buna?
Yandı.
Hepsinden daha uzun yandı bu kez. Fakat yine söndü. Sönmesiyle birlikte pantolonumun paçasından dökülmeye başladı beyaz kurtçuklar. Yüz, beş yüz, bin… Sonsuz kurtçuk. Kirazlardan çok. Her şeyden çok. Yağmurdan çok, araba tekerinin sesinden çok. Işıktan çok. Organik bunlar diyordu kapıda dikilmiş. Sen işe yaramaz kurtçuk gibi bir şeysin. Kötü mü ki diyordum, kötü mü ki kurtçuk olmak. Ne iyi ne kötü, kim bilebilir bunu diyordum. Kendimi herhangi bir durumun içine sokmaya çalışmıyordum, durumum bana unuttuğum kendimi hatırlatıyordu. Acıtarak hatırlatıyordu. Kimseden bir şey bekleme diyordu, kimse de senden beklemesin. Gittiyse gitti. Kurtçuklar odanın tüm yüzeyini kaplamıştı artık. Hızla yükseliyorlardı. Belime kadar ulaştıklarında ben artık kıpırdayamıyordum. Apliğin ışığı çoğunlukla yanık haldeydi. Söndüğü de oluyordu ama nadir. Araba tekerlerinin sesleri çoğalmaya başladı. Yağmur da öyle.
Kurtçuklar beni içlerine iyice çektiklerinde apliğe döndüm şimdi ne yapacağım der gibi. Boğuluyorum. Boğuluyor muyum? Söndü. En baştaki zifiri karanlık sardı önce odayı peşinden… Peşinden öyle bir aydınlandı ki salon…
Masa, koltuk, boş kâseler, taptaze kirazlar, boğazıma kadar gömüldüğüm üstelik hiç iğrenmediğim, hatta kendim gibi olduklarını düşündüğüm parlak güzel kurtçuklar hepsi aydınlandı benle birlikte. O an salonun içinde bomba patlaması gibi bir ses duyuldu. Önce ampulü, sonra kendisini paramparça etti aplik. Kendini mutlu edebilmek istiyorsan başkalarının ruhlarındaki değişimleri umursama der gibi yandı. Zihninde yarattığın kurgu gerçeğin ötesine geçmişse, gerçeği sorgulama, kurgunun tadına var gibi yandı.
Kurtçukların içinde kaybolsam da görebiliyordum her şeyi. Öncesinde göremediklerimi. Ama içimde onlarca ben vardı. Hepsi de o gece geri döndüler. Hepsinin aydınlanması için ömür yeter miydi, birinin gözü açılsa diğerinin kapanacaktı. Senkronize hareket edemeyecekti bedenle ruh. Bir saat gibi çalışan kusursuz tik tak için çabalamaktansa, hâlâ tik tak eden bir saatin varlığının tadını çıkarmayı öğrenmiştim. Öğreniyordum.
Bodrum katındaki dairemde güneşi hissediyordum ilk kez iliklerime kadar. Karanlığı yaşamadığım ona hak ettiğini vermediğim için, bodrum katındaki evimi ziyaret etmeyen güneşi… Karanlığı değil kendi ruhumu yücelttim o gece. Yaşamla varlığım arasında çok ciddiye alınacak bir uzlaşmazlık yoktu aslında. Kısa zaman aralığının tadını çıkarmak istedim. Kısa sürdü.
Beni terk eden ben gelmişti çoktan. Terk eder gibi yapıp terk etmeyen ben. Kaç ben vardı içimde. Savaşım daha ne kadar sürecekti kendimle. Önünde bir kâse ezik büzük kiraz.
Karanlığa sorularım var, diyordu.
Neler oluyor, der gibi bakıyordu apliğin yerinde asılı bedenime.
Kendimi yaktım, yakıp yakıp söndürdüm.