Uykusuz geçen bir gecenin sabahıydı. Yorgunluktan omuzlarını kaldıracak hâli yoktu. Yüzü zayıflamış, beti benzi atmış, gözleri kan çanağına dönmüş, yanakları çökmüştü. Bacakları da tıpkı bir örümceğin bacakları gibi incecik kalmıştı. Güneş yaşama olan özlemini rüyalarına boşaltırken, “Arkamda hiçbir anı bırakmadan gidebileceğimi bilsem bir an bile durmam” diye mırıldandı. Tüm şehir törensiz bir fırtınanın içinde konuşuyordu. Biraz ötede, havanın ağır perdesi sokaklara inmiş, beklenilen ince sanat, kaldırımların derin kayıtsızlığını karla buluşturmuştu. Yokuşlar, bir bakışla ortadan ikiye bölünecekmiş gibi dururken, sokak lambaları tanıdık bir hüznü giyinmişti. Hemen her sokakta, fırtınanın içinde taşıdığı, insanlarla asla paylaşmayacağı bir sır, bir hakimiyet ve sahip olma kudreti vardı. Fırtına hakikaten güzeldi. Kar yağışının ardında saf, temiz bir anlamı taşıyor gibiydi. Bu hisle kendi içinde bir kuyu misali derinleşti. Kalbini uzun uzun yokladı. Bir haftadır yüksek ateş, halsizlik ve eklem ağrılarından mustaripti. İnsanı nefes alan bir gölge hâline getiren gücün, bir isyan gibi vücuda sirayet eden acı, üzüntü ve yorgunluktan ibaret olduğunu biliyordu. Artık o korktuğu mahrumiyet hâli, tüylerini ürperten tenhalık her yerdeydi. Bu şehre hayat veren, yıllar önce ölmesi gereken bir hastayı ayakta tutan bizzat kendisiymiş gibi hissediyordu. Sanki geleceğe dair bir görüye şahit olduğunda, kalbinde büyük bir boşluk oluşmuş koca İstanbul bu boşluğun üstünde yükselmişti. Ne kadar zorla bağdaştırıyormuş gibi görünse de sonunda boşluk görünmez olmuş, geriye şehrin ağırlığı kalmıştı.
İstemeye istemeye de olsa yatağından kalkarak bir hayalet gibi merdivenlerden aşağıya indi. Tam o sırada, ruhunun bir un gibi yere serildiğini hissetti. Ruhun bile yer çekiminin kanunundan kaçamayacağını hiç düşünememişti. Geride bıraktığını sandığı bir his; tüm kuvvetiyle onu yeniden etkisi altına aldı. Korkunç bir kâbusun içinde, kapana kısılmış gibiydi. Odadaki duvardan ona bakan Picasso tablosunun diri, kırık zaman parçalarının sayısız ölüleriyle bakışırken geleceği, dişlerinin arasında parçalıyordu. Kaçınılmaz bir durum parçasıydı. Her şeyin küçük, basit ve sorunsuz olduğu günleri, dondurulmuş besin kaynağı çocukluğunu özlüyor, küçüklüğüne uzanabilmek istiyordu. Uğultunun altında, koca İstanbul, kendi mazisinin yüküyle ezilip büzülürken “Havanın sıkıntısı var, sıkıntısı” diye mırıldandı.
Bir an için gözlerini dışarıda yağmakta olan kara çevirdiğinde, uyandırılmış isteğin şiddetini içinde yaşadı. Aynanın önüne son bir kere geçti ama tam kendine bakacakken bakmamaya karar verdi. Kendine her baktığında, acıya demir atılan yerde hareketsizliğe gömülen bir adamın yavaşlatılmış acısını seyrediyormuş gibi hissediyordu. Aynaya bakmadan evden çıkmanın doğru olacağını düşündü. Kapının tokmağı döndüğünde ve kapının açılma sesini duyduğunda içi rahatladı. Tüm şehir karın esareti altındaydı. Yan bahçede sigarasını içen kadın, bu kar esaretinin altında, bir tablodan fırlamış gibi duruyordu. Kadının boğazlanarak topuz yapılmış saçı ve dalgın dalgın baktığı yer, kafasında öldürmeye çalıştığı, belki de çoktan öldürdüğü bir insanı ele verir gibiydi. Gözleriyse, Van Gogh’un o korkunç hasır iskemlesinde oturduğu bir rüyadan yeni uyanmışlığı taşıyordu. Kadın dertli dertli göğsüne dolan sigara dumanını üflerken işaret parmağını ön dişlerine arasına yerleştirip neler yapabileceğini düşündü. Sinan, kadının yanına yaklaştı. Bir müddet nasıl sohbet açabileceğini düşündü. Sonunda “Havalar da pek soğudu” dedi. Fakat Sinan sesini duyuramamıştı. Kadın sigarasını yere atıp evine yönelirken Sinan daha yüksek bir sesle “Havalar da pek soğudu, değil mi?” yineledi. Kadın, sesin geldiği yöne dalgın dalgın baktı. Sinan’ı baştan aşağıya süzdü. Tanıyamasa da “Evet, pek bi soğudu” diye karşılık verdi. Sinan “Kusura bakmayın” diyerek lafa girdi. “Ben de biraz hava almak için dışarıya çıkmıştım. Sizi gördüm. Selam vermemek ayıp olur diye düşündüm. Canınız sıkkın gibi geldi. İyi misiniz?”
“Yok, iyiyim ben. Sağ olun.”
“Emin misiniz? Yoksa konuşmak istemediğiniz için mi öyle diyorsunuz?”
“Yok, eminim. Bir sıkıntım yok.”
“O zaman belki de sadece kış sıkıntısı.”
“Belki de… Benim kahvaltı hazırlamam lazım.”
“Kafamızda kurduğumuz her şey, bir öncekini düş olarak algılıyor; kendini geçmişe itiyor. Sizinki de sorununuz bu. Tahminince Sezai Bey’den boşanmayı ya da onu terk etmeyi, Antalya’ya dönmeyi düşünüyorsunuz. Bu istek, içinizi ısıtıyor, sizi mutlu ediyor, yani huzur veriyor. Doğru olan da bu, biliyorsunuz. Ama cesaret edemediğiniz için, öyle bir köşede durup çürüyor. Yani bir bakıma düşünmek öldürmenin pek bilinmeyen ikizidir diyorum. Anlatamadım pek ama…”
“Ne dediğinizi gerçekten anlamıyorum. Benim kahvaltıyı hazırlamam lazım. Kocamı işe, çocukları okula yollayacağım. Haberiniz yok galiba valilik bugünü tatil ilan etmedi. Sizin de işiniz varsa hazırlansanız iyi olur. Tatil olmayacak.”
Kadın, sözünü bitirir bitirmez evin kapısına doğru adım attığı sırada Sinan kadını kolundan kırılgan bir temasla tuttu. “Ben çürümüş hayallerimi de seviyorum. Siz de hayallerinizi sevin, çürümüş olsalar da…” Kadın, Sinan’a tam ölü sevici olduğunu söyleyeceği esnada kırılmaya ve parçalara ayrılmaya başladı. Sinan hastalıklı bir davranışı anlamlı kılmaya çalışırmış gibi kadının parçalarını toplamaya çalıştı. Ellerindeki kırık parçalara bakarak “Nasıl birleştirilir bilmiyorum ki” diye mırıldandı. Parçaları topladığı gibi yere bıraktı. Kadının gidişi her şeyi birbirine uzak kılardı. Tam ayağa kalkıp evine geri dönecekken yan komşusu Sezai Bey’den gelen ani bir yumrukla başını bahçe kapısının kirişine vurdu. Fakat bu Sezai Bey’i durdurmamış, hatta arkasındaki çocuklar da ellerindeki sopalarla Sinan’a vurmaya başlamışlardı. Yüzü kan revan içinde kaldığında, yani Sinan, kandan başka hiçbir şey göremez olduğunda, Sezai Bey’e durmasını, eğer durmazsa öleceğini söyledi. Sezai Bey durmadı ama yavaşladı. Nefes nefese “Bir daha kimseye dokunamayacaksın it herif! Ölü sevici!” diye bağırdı. Sezai Bey o gün, tam dediği gibi Sinan’ı bayıltıncaya kadar dövdü. Sinan’ın bilinci kapandığında Sezai Bey, onu evine kadar taşımış, açık bırakılan kapıdan geçerek salonun ortasına bırakmıştı. Babası Sinan’ın yaralarını ancak birkaç gün sonra fark etmişti. Çünkü ilk fark ettiği, üzerine kan bulaşmış halı olmuş, hemen İran’daki arkadaşlarını arayıp, kan tutmayan bir İran halısı siparişi vermişti. Annesi ise yaralarını sarmak, ona bakmak yerine salonun parkelerini haftalarca aynı ritüelle temizlemişti.
Sinan’ın hatası her temasın bir bedelinin olacağını bilemeyişi olmuştu. Son zamanlarda ölmüş insanları, bu şekilde yaşatmak modaydı. Fakat dokunulduklarında her şey sarpa sarıyor, gerçek bir temas onlara ölümü hatırlatıyor, yapılarını kırıyor, parçalıyordu. Sinan, kış sıkıntısından, hayallerden, çürümekten ve ölmekten bahsetmemesi gerektiğini o gün anlamıştı. İnsanlar kendi yazdıkları masallarında mutlulardı. Bu mutluluğa farklı, kırılgan bir temasla dokunmak sadece ona zarar verecek, kurulu düzen olduğu gibi devam edecekti. Böyle düşünüyor, kadınların kafalarındaki cinayetleri uzaktan sessizce seyrediyor, duvarların kemiklerini kaderci bir sakinlikle dolduruşunu kabulleniyordu. Gerçeküstü hayalleri şiirselleşip varlığını değiştirse, onu harekete zorlasa bile duruyor, bir seyirci olarak kalmayı yeğliyordu.