Yazmaya başlamadan önce bütün kurşun kalemlerini özenle açar, eşinin hediye ettiği kalemliğe yerleştirirdi. Ardından kâğıtlarını hazırlar, ilk kelime için geçecek olan sancılı zamanı tüketmeye çalışırdı. İlk sözcüğü yazma anının sıkışıklığında daralır, bunalır, masasının başından kalkar kısa adımlarla odada dolanıp dururdu. Zamanı geldiğinde hummalı bir çalışmanın savrukluğunda dağılan masayla birlikte çözülür, sabırsızlığın verdiği acelecilikle oturmayı unutup ayakta, günlerce yazardı. Ucu, hırsla bastırıldığı için kırılan kalemlerden, uykusuz geçen gecelerin acıları, sancıları dökülür, masaya saçılan kâğıtlarsa, Deniz Feneri’nin aydınlattığı çılgın dalgaların hırçın savrulmalarını yansıtırdı.
Yine öyle sancılı günlerden birindeydi. Hızla geçen zaman anlatacaklarına yetmiyor, öyküsüne son noktayı koymakta zorlanıyordu. Kalemiyle kâğıdı, hiç anlaşamayacaklarmış gibi acımasız bir kavgaya tutuşmuşlardı. Saatler geçtikçe, genzini sızlatan bir koku yayılmaya başladı yazdıklarından. Tanımadığı, ilk defa duyduğu bir kokuydu bu. Yaşanmışlığın derin anlamların yansıtan, geçmişle gelecek arasındaki ince çizgide, hangi zamana ait oldukları bir türlü kestirilemeyen, yüklü kelimelerden sızan incecik bir kokuydu yayılan. Delinmiş uykuların, yaşanmamış hayatların, öpülmemiş dudakların, hasretin, acının kokusuydu. Dayanılmaz, yakıcı insan kokusuydu duyulan!
Midelerinin boşluğu kafasını susturanların, hasreti gözünde yaş, yüreğinde sızı olanların, çocukluğunu ve gençliğini büyüdükçe küçülen hayalleri uğruna harcayanların, insanın içini üşüten sürgünlerin, kıyametin utandığı kavgaların, teslim olunmuş inançların, körlüğe giden bağlanmaların, dünyada yaşamayı bırakıp mahşeri bekleyenlerin, şiddetin katılığında yüreği taşlaşanların, sevgilerini bir çift kırmızı terliğe değişenlerin kelimelerini damıtıyordu kalemi durmadan. Uçları kırılıyor, kırılan uçlardan yayılan koku daha bir dayanılmazlık kazanıyordu.
Oysa kalemi eline aldığında, hiç olmazsa bu kez, güzelliklerle başlamış güzel biten bir öyküyü yazacaktı. İlk defa anlatılması çok sancılı olmayan yumuşak ve rahatlatıcı duygular taşıyan kalemler, kâğıtlar biriktirecekti. Ama ne olmuşsa olmuş, sonuna yaklaştıkça bitmek bilmeyen öykü ağırlaşmış, huzur bulamamış bir kadının yalnızlığına, acılarına dönüşmüştü yazdıkları. O yüzden de bitiremiyordu. Sonunu getiremiyordu.
“Bana verebileceğin en büyük mutluluğu verdin. Kimsenin yapamayacağı şeyleri yaptın. İki insanın birlikte daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. Ben artık savaşmayacağım. (…) senin hayatını mahvediyorum, (…) Hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçlu olduğumu söylemek isterim. Bana karşı inanılmaz sabırlı ve iyisin. Şunu söylemek istiyorum -aslında bunu herkes biliyor- eğer biri beni bu durumdan kurtarabilecek olsa sen olurdun. (…) Artık senin hayatını mahvetmeyeceğim. Kimse seninle mutlu olduğumuz kadar mutlu olamazdı.”*
Son cümleye noktayı koyduğunda kalem elinden düştü. İçini rahatlama duygusu kapladı. Hafiflemişti. Sırtını dikleştirdi, gözlüğünü çıkardı, boynunu sağa sola çevirdi. Gözü karşısındaki duvarda asılı olan saate takıldı. Akreple yelkovan hızla dönen saniyenin peşinde koşturan, gecikmiş bir zamanı gösteriyorlardı. Saatin ilerlemişliği kocasına verdiği sözü hatırlattı. Yine zamanı da, verdiği sözü de unutmuştu. Mahcubiyet ve suçluluk duygusuyla yerinden fırlayacaktı ki, çalan telefonun sesiyle irkildi. Telaşla uzandı, yere saçılan kâğıtlara aldırmadan telefonu açtı. Kocasının ‘alo’ diyen sesini duydu.
“Ah! Canım! Çok geciktim değil mi? Özür dilerim, hazırlanıp çıkıyorum hemen!”
Karşılık gelmedi. “Alo! Orada mısın?”…
Elindeki ahizeye bakakaldı, kapanmıştı. Yine çok geç kalmıştı anlaşılan. Fırladı, banyoya girdi. Yüzüne su serpti, dişlerini alelacele fırçaladı, kremini sürdü. Giyindikten sonra topuz yapacağı dağınık saçlı görüntüsünü aynada bırakarak banyodan çıktı. Yatak odasına gitti. Kocasının sevdiği mavi elbisesini almak için, dolabının kapağını açtı.
O da ne? Bir adım geriye çekildi şaşkınlıkla. Kendisini içine çekmeye hazırlanmış, “Geelll…” der gibi çağlayan bir ırmak vardı karşısında. Dengesini kaybeder gibi oldu, kapağı kapattı korkuyla. Gözlerini yumdu sımsıkı. Yarattığı öykü evrenindeki kadın kahramanın yok olan yaşamına tanıklık ediyordu. Kalemi elinden bıraktığında, onu ceplerine taş doldurarak ırmağa atlamaya razı etmişti. Oysa Kadın hem ölmek istiyor, hem de bırakıp gidemiyordu. Kocasına olan sevgisiyle gitme ihtiyacı arasında salınıp duruyordu.
Bütün vücudunu ter bastı, sırtındaki ürpertiyle titrediğini hissetti. Yorulan zihni kendisine oyun oynuyordu besbelli. Gözlerini açtı. Elini dolabın kapağına uzattı tekrar. Korkuyla, kapağı araladı. Dondu kaldı! Boşluk yerini bir çift kırmızı terliğe bırakmıştı. Yaşadığı karabasanla tezat oluşturan, tüylü ponponuyla tatlı anıları çağrıştıran, parlak bir çift kırmızı rugan terlik. Görünmez bir el dolaptaki her şeyi yok etmiş yerine sadece terlikleri bırakmıştı.
Öyküsü peşini bırakmıyordu. Besbelli öyküsündeki kadınla anlaşmaları henüz bitmemişti. Çıkması gereken yolculuğa çıkmamakta direnen kadın, ne yaparsa yapsın vazgeçiremediği bir inatla, tuhaf evliliğinin anısını taşıyan kırmızı terliklerini arayıp duruyordu evinin içinde! Kadının gidişini erteleyen o kırmızı rugan terlikler kendi dolabındaydı. Bitemiyordu öykü. Oysa başladığı hiçbir şeyi yarım bırakmamıştı. Dolabın kapağını açtı aceleci bir telaşla tekrar. Tanıklığına ihtiyaç kalmayan terliği yok etmeliydi.
Dolap bomboştu! Yok, olmuştu her şey! O ponponlu kırmızı terlik de… Kendisini içine çekmeye çalışan nehir yeniden akmaya başlamıştı ama bu kez usul usul… Vücudunu ele geçiren titremeye engel olmaya çalışarak, telaşlı, korkulu ne yapacağını bilmez halde, aklında birçok sorularla geriye sıçradı. Çaresizlik içinde kalakalmıştı. Kocasını aramalı, olanları anlatmalıydı. “Hemen aramalıyım, hemen aramalıyım…” diyordu durmadan ve tekrarlıyordu, “Hemen, çabucak aramalıyım, eve gelmeli, neler olduğunu o da görmeli!”
Yatak odasından çıktı, salona yöneldi. Adımları birbirine dolanıyordu. Yürürken kulağına çarpan konuşma sesleri paniklemesine sebep oldu. Korkusunu bastırmaya çalışarak seslere kulak kabarttı. İnanamadı duyduklarına. Yardımcısıyla kocasıydı seslerin sahipleri. Ne ara gelmişlerdi, nasıl duymamıştı geldiklerini! Adımlarını sıklaştırdı, içeri girdi.
“Hey! Ne yapıyorsunuz! Korkudan ölecektim! Ne zaman geldiniz, duymadım!” diye seslendi. Cevap veren olmadı, dönüp bakmadılar bile.
Yanlarına yaklaştı, elini kocasının omzuna koydu. Adam hiç oralı olmadı. Yüzüne bile bakmadı. İçinde bir şeyler kırılıp parçalandı. Yardımcısına döndü, kadın yanaklarından süzülen yaşların boğduğu sesiyle kırık dökük suçlu gibi konuşuyordu durmadan, elindeyse kırmızı rugan terlikler;
”Affedin beyefendi. Bunca yılın hatırına size danışmadan yaptım. Yapmak zorundaydım. Her gece rüyalarımda yalvarıyor bana. Elbiseleri dolapta asılı, şapkaları kutularda kaldığı sürece sizin de benim de kabullenmemiz kolay olmayacaktı. Yardım sandığına bağışladım hepsini. Lütfen izin verin terliklerini de vereyim. Onlar, sizin de Virginia’nın da en sevdiği şeydi, fakat beyefendi, ondan kalanlardan vazgeçmedikçe, o da huzura kavuşamayacak. Arafta kalacak. Buna hakkımız yok. İzin verin, Kırmızı Terlikleri de verelim, inanın siz de, o da huzur bulacaksınız.”
“Neler konuşuyorsunuz siz Allah aşkına! Delirdiniz mi?” avazı çıktığı kadar bağırdı. “Korkutuyorsunuz beni! Buradayım görmüyor musunuz? Neler oluyor?”
Onu duymuyorlardı bile. Olanlara anlam vermekten uzak, şaşkın, telaşlı, korkulu, aklında birçok sorularla ne yapacağını bilmez halde kalakaldı. Her şeyi bırakıp kaçmak istedi. Arkasını dönüp hızla yürümeye çalışırken ayağı düşürdüğü kalemine çarptı, kalem odanın diğer ucundaki kitaplığa kadar yuvarlandı. Açık bahçe kapısından sert esen rüzgâr bütün kâğıtlarını ve kelimelerini dört bir yana savurdu. O an dünyanın bütün Deniz Fenerleri söndü: Her şey karardı. Giysi dolabındaki ırmağın sesi, savrulan kâğıtların oynaklığında kendine kadar ulaşmış, bedenini yakalamıştı. Ceplerindeki çakıl taşının ağırlığıyla yuvarlanıyordu!
Oysa yazacağı ne çok şey vardı!…
*Virginia Woolf’un kocasına yazdığı veda mektubundan alıntı.