Arka kapı açıktı. Ne yapayım daldım içeri. Siz bilmezsiniz sanayi mahallemizin
soğuğunu. Bu tekir kürküm nafile! Şimdi merkez kasap arar beni diye düşünmedim
değil, nereye gitti bu deyyus diye – Saaaliiihh Saliiihh… Oh canıma değsin – dün
gece de sıcacık uyumak istemiştim artık! Kasap efendinin kapısında geçen itaatkâr
saatlerim. Köpek miyim yahu ben?! Bir kamyon altına aldı herhalde desin dursunlar.
Yokum arkadaş. Özlesinler beni biraz. Hıh!
Dün günlerden cumaydı. Öğle namazını müteakip dalak, parça böbrek ne varsa –
biraz sakatat artmış – oradan buradan kazıdım. Midem pek iyi yani şu an. Bir de
özellikle belirtmek isterim, bu merette ne varsa gece fosforik atom bombası gibi
geziyorum. Gözlerime iyi geliyor et yemek. Zaten hep proteinle besleniyorum da,
arada bir papara mapara dedikleri böyle et suyuna ekmekli bir çorba bırakıyor üst
mahalleden teyze. Onu da seviyorum gaz yapmıyor. Yalnız makarna koyanları
siliyorum.
O alacakaranlık dedikleri gözlerin en az gördüğü kör saatlerde başladı her şey. Durun
durun. Ben dün hepsini en küçük ayrıntısına kadar gördüm!
Lafı uzatmayı sevmem. Size anlatacaklarıma İstanbul’da kime desem inanmaz yani,
o türden. Hava aydınlanır aydınlanmaz koşarak mahalle kahvesine doğru gideceğim.
Kimi bulursam artık dökülürüm. Çok doldum.
Şimdi, olay akşam cereyan etti. Dedim ya, arka kapı açıktı. Daldım içeri. Önce neon
ışıklı bir koridorda ışın gibi yok oldum. Nereye çıkar bilmem de, beni gören olursa
tekmeyi yerim böğrüme biliyorum. Böyle özel, janjan bir yer anladım ben. Bizim
mahallede, sanayide ne alakâ diye geçirdim içimden. Yeşil mor neon geçmişler
karoların aralarına. Sanırsınız ki uçak düşüyor gece yarısı bizi çıkışlara götüren ince
ip ışıklardan… Anladım – atmosfer özellikle hazırlanmış. Yahu ben bile gerildim.
Ki ben biliyorsunuz beni – nerelere atlıyorum. Geçenlerde Turgut Amca’nın ön
motorda uyudum. Sabah rüyaya dalsam, akşama duamı okurlar. Okurlarsa tabii…
Laf karışmasın, durun. Koridor koridor… Sahne filan mı var anlamadım. Gidiyorum.
Koşturup duruyorum. Bordo kadife perdeli antre benzeri bir alana geldim. Tam o
anda büyük kapı açıldı. Benim tabii o yediğim dalaklar beynime fırladı o an, göbeği
nasıl kaldırdım bilemeden mor kanepenin arkasına… Doğru… Dur, dur… Ben
merak ettim yahu! Merak kediyi öldürmedi bu sefer. Ama bu deneyimin sonunda
kendimle daha barışık, daha mutlu bir kedi oldum.
Aman, mor kanepe çok iyi kamufle etti beni. Zaten koyu renk tekirim. Ortamda
sadece ince ışıklar bezenmiş, gayet loş. Ulan acaba dedim kerhane filan mı?! Yok,
yok. Öyle kokmuyor. Onun kokusu başka. Aslında burası baya da et kokuyor
arkadaş. Böyle iyi pişmiş kuzu yani. Allah allah çok pislendim bak. Kapıdan birer
birer insanlar alındı içeri. Ufak tefek siyahlar giyinmiş bir kız gözlerini bağladı teker
teker girenlerin. Bir cam koli dolusu siyah eşarp – yumuşacık anladım. Siyah, ipek
eşarplar… Gözü bağlananı başka bir kız teslim alıyor, kadife perdeden içeri alıyordu.
Dedim, ben herhalde bir ayine filan denk geleceğim. Birileri inisiye olacak. Yok ama
kadınlar çoğunlukta… Daha sapık bir şeyler olacak burada.
On beş kişiye yakın aldılar içeri. Saydım. Büyük kapı tok bir sesle kapandı. Özenle
kilitlendi. Kızlar perdelerin arkasında yok oldular. Dur eğlence bitti. Bir hışım attım
kendimi koyu parkede kaya kaya perdeye zor tutundum. Bordoyu geçtim, iki tane de
siyah konmuş. Ulan Salih – sen şimdi cayır cayır spotun ortasına sahneye düşeceksin
– üç elli altı kişi sana bakıp gülecek. Niye gülüyorlar ki anlamıyorum zaten. Çok mu
komik kulaklarım? İnsanların kendi “düzenledikleri” bir şeye biz dangır dungur
dalalım, hepsi güler. Siz kendinizi ne sanıyorsunuz? Hiç de beğenmiyorum oyunları
filan! Geçenlerde yok sanayide sanat filan diye bir şey tutturdular. Kaportacılar,
egsozcu ağabeylerim filan hep beraber n’oluyor dedik bir bakalım. Saçma sapan
koşturmalı oyuncuklar – bağıran çağıran. Bana hitap etmedi. Sahneden izlemek
istedim. Bir de dalga geçildi benimle. Dur dur… Dün akşam gördüklerim spotlar
altında olmadı. Görmemem gerekenleri gördüm…
Perde, perde geçit, geçit hepsi bitti. Sanki alnıma madenci lambası bağlamış gibi
görüyorum bu gece. Geniş bir salon. Yüksek tavanlı. Lake siyah badanalı duvarları
bir de kadifeyle dönmüşler. Ses de soğurulmuş yani. Pencere yok. Neon bölgede
gözleri eşarplı insanlar bu bölmede eşarpları çıkarıyorlar. İnsan gözü öyle bir şey ki,
imkânı yok James Bond olsa göremez bu zifiri karanlıkta!
Ortada masif devasa bir masa duruyor. Yok olan kızların yerini bu sefer gözlerine
perde inmiş gençler aldı. Kulaklarıyla görmeyi biliyor bunlar. Bakın, ben gece iyi
görüyorum, avlandığı için atalarım zamanında. Ama onun dışında beni kocaman bir
kulak olarak düşünebilirsiniz. Çok iyi duyarım. Kürk, kuyruk boşuna takmış
yukarıdaki amca. Kocaman tüylü bir kulak olsam aynı işlevi görürdüm. Neyse,
gençler servis mendillerine yöneldiler. Eşarplarını atmış on beş kişiyi masaya
yerleştirdiler.
Tataaam!!! Ay, bir sıçradım sormayın. Karşı köşede tek başına bir kızcağız koyu bir
doooo yayladı çellosundan. O da görmüyor…
O an, bir an için o mikro kozmos içindeki önemimi sorguladım. Müzisyeni, misafiri,
garsonu görmüyor. Ne yiyeceklerini, ne içtiklerini, kiminle dans ettiklerini
bilmeyecekler. Kara bir kapıdan ağlayarak girdin, kara bir kapıdan ağlayarak çıktın.
Karanlık kutunun içinde ne olup bittiğini bir tek ben görüyorum. Tanrı’nın koltuğunu
hissettim altımdaki parkede. Tanrı olmak böyle bir şey herhalde. Kara bir kapıdan
ağlayarak girdin, kara bir kapıdan ağlayarak çıktın. Doğuyorlar, yiyorlar, ürüyorlar,
ölüyorlar. Hiçbir şey bilmiyor, görmüyorlar…
Viyolonselden yükselen notalar arttıkça servis başladı. Azıcık konuşmaya cesaret
edenler oldu arada. Yavaş yavaş… Aman Allahım, kimse birbirini tanımıyor…
Antreler, soğuklar, etler, şaraplar şaraplar, karaf karaf, ara sıcaklar, çıtır çıtır
ekmekler, mis gibi tereyağı, kuzu eti, krem karameller… Şokolalar geldiğinde
kendinden geçmiş bir misafir kendini ortaya attı. Ahşap masadan tükürük sesi, dilin
damağa değişi, kakaonun gelişiyle yükselen iniltiler. Ortadaki kadın çellonun pes
melodisinde kendini havaya bıraktı. Çılgınca dans etti kendi kendine. Elleri havayı
yokluyor – birini arıyor gibi… Servis devam ediyor – garsonlar hızla çalışıyorlar.
Bense çakıldığım köşede perdeyle duvar arasında bir yerde gözlerim kocaman tam
üç saat olanları izledim… Kahvelerin kokusunu duyduğum gibi neon koridora geri
fırladım. Bir iki dakika nefeslendim. Sakinledim. Sonra sokağa çıktım yine.
Bu yapayalnız insanlar nereden geldiler? Kürk… Kaban… Deri Çizme… Kör
Ruhlar!
Zorla kör edilmiş ruhları, iki damla şarabın düşünmeden hazzına varsın diye
gözlerini oyup buraya gelen körler ordusu! Ortada fırıldak gibi dönen güzel kadın ne
giymişti acaba?