Müthiş bir siren sesiyle sarsıldı. Arabadaydı. Hastaneye yetiştiriyorlardı. Sol kolu tamamen uyuşmuştu. Göğsünün tam orta noktasında, aşağı doğru inen geniş kravat gibi bir uzantı, yangın yerine dönmüştü. Acıdan kıvranıyor, nefes alamıyordu. Son bir gayretle doğrulmaya çalıştı, var gücüyle ağzını açtı. Bağırmaya başladı.
Yataktaydı. Kendi yatağında. Evinde. Geçirdiği kalp krizinin ruhunda bıraktığı izler geçmemişti henüz. Sık sık bölüyordu uykularını. Ter içinde kalmış yorgun bedenini yatağa bıraktı.
Hiçbir fevkaladeliği yoktu kriz geçirdiği günün. İleri yaşına rağmen sağlıklı idi. Güne erken başlamıştı. Her zaman olduğu gibi yatağını düzeltmiş, akşamdan kalma temiz bulaşıkları yerlerine yerleştirmiş, saksılarındaki çiçekleri sulamış, televizyonda hava raporunu dinlemiş, kapıcının karısını beklemeye koyulmuştu. O’nu beklerken bir bardak sütlü kahve içerdi, kahvaltı yerine. Temizlik sonrasında yemeği beraber yaparlardı. Aslında manavın çırağının getirdiği sebzeleri ayıklayıp yıkardı kadın, o kadar. Gerisi, Öznur hanıma aitti. Uzun bir süreden beri kimsenin yaptığını yemiyor, kimsenin elinden bir şey içmiyordu. Sebebi basitti kendine göre: O’nun gibi zengin ve yalnız bir kadını öldürmek isteyen çok olurdu. En kolay yolu da zehirlemek… Neler olmuyordu ki; insanın aklına bile gelmeyenler geliyordu başına, mesela zehirli ilaç koyuyorlarmış yemeğine, suyuna. En yakınından bile çekinmeliydi insan; hele de ondan, özellikle de ondan.
“Abla, ben geldim.” Sokak kapısının açıldığını duydu yattığı yerden. Anahtarı vardı kız kardeşinin; her sabah uğrar, hatırını sorardı. İşe gittiği için sabah uğramaları kısa idi ama kalp krizinden sonra izin almış, daha çok kalır olmuştu yanında.
“Daha iyisin değil mi bugün?”
Sesini duyuyorum ama kendisi hala gelemedi odaya, ne yapıyor acaba? “İyiyim.” dedi duyulur duyulmaz sesiyle, bekledi. Mutfakta mı acaba, ne yapıyor?
“Sana çorba getirdim.”
Çorba mı? En kolay çorba ile yapılıyormuş bu işler; zehirleme… Ne yediğini tam göremiyorsun ya. Saçmalıyorum; görsen ne olur, görmesen ne. Atar toz halinde fare zehrini içine, çorba olmuş, sebze olmuş ne fark eder? Fark eder mi? Aklına koymuş bir kere, öldürecek…
Özge, ılık bir rüzgâr gibi daldı odaya. Ablasının sapsarı yüzüne baktı endişeyle. Yine de şükretmesi gerektiğini düşündü, hastaneye yetiştirdiği o felaket gününü hatırlayınca.
Ablası sedyede. Hastane koridorlarında heyecanlı koşuşturmalar. Saniyeler kıymetli. Bütün ameliyat ekibinin dört numaralı ameliyathaneye acilen gelmeleri için yapılan ısrarlı anonslar. Kan anonsları. Gurubunun bir türlü bulunamaması… Göğüs kafesinin açılması… Kalbinin dışarı çıkarılıp onarılması, tekrar yerine konulması, boyun altından başlayıp göbeğe doğru uzanan dikiş. Günlerce süren, yoğun bakım odasında kalışlar. Hastane kantininde sonu gelmez bekleyişler. Doktorun, ameliyat sırasında verilen ilaçların, hastanın düşünce sisteminde var olan bazı arızaların daha da artmasına sebep olacağını hatırlatması…
İyileşiyordu iyileşmesine de, biraz daha rahat bırakabilseydi kendini. Neydi “Onu yemem, bunu içmem, zaten acıkmadım ki.” sözleri? Kuru ekmekle karın doyurmalar filan. Geçen gün çarşafını düzeltirken görmüştü, evden getirdiği kızarmış tavuk butları hala tabağın içinde, karyolanın altında duruyordu, kurumuşlardı.
“Sen beni merak etme, ameliyattan sonra iştahım çok kesildi.” diyor ama su bile içmek istemiyor. Bir bardak suyla getirdiğim ilaçları boğula boğula, kuru kuru yutmaya çalışıyor. Neymiş, su midesini bulandırıyormuş.
“Sen beni merak etme canım, iyiyim.” Cümlenin ilk yarısı sesli söylendi, ama gerisini pek duyan olmadı. Annemle babamın ölümünden sonra bu koca evde yalnızım. Hem onların maaşları cebime giriyor, hem de ölmüş kocamın. Ama şimdi sen, dört kişilik ailenle kümes gibi bir evde…
Bizimkilerin ölümünden sonra ‘Hadi çık bakalım o evden, işin bitti artık senin.’ diyemedin. Eyvallah! Ama hiç aklından geçmedi mi ablam ölse diye?
Ben, kocamı gurbet elde bırakıp bu evde yatalak anama, babama bakarken sen neredeydin? En küçük çocuk olarak el bebek, gül bebek değil miydin? Babam, ‘Ceketimi satar, okuturum!’ dedi. Kimi? Seni. Ben, liseyi bile bitiremedim. Dikişi de ailenin terzisi Eleni’den öğrendim. E, tabii babamın benim zamanımdaki mali sıkıntılarını filan, kabul ediyorum. Ama ben hiç düşünülmediğime yanıyorum. Ben liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gitmek isterdim; annem de çok isterdi yüksek tahsil yapıp bir meslek sahibi olmamı. Oysa adım sadece ‘terzi Öznur’ olarak kaldı, çevrem, hep bir adım gerinde tuttu beni, önemsemedi.
Ya o görkemli evliliğin! Ben iki çeyiz sandığı ile yollanırken, sana verilenler! Ha, dikişlerini dikmek, yine bana düştü. Her daim terzinim ya! En çok da kendi ellerimle diktiğim o şahane gelinlikle, damadın arabasına doğru yürürken kıskandım seni. HAKLIYIM!
“Dün gece annemi gördüm rüyamda abla. Tavan arasındaymışız. Senin eski kitaplarını indiriyormuşuz aşağıya.”
“Hayırdır inşallah!”
Yalnızca kitaplarım değil, bütün aykırı düşüncelerim durur tavan arasında. Yıllarca kilit üstüne kilit vurdum onlara ben ama artık açıldı. Artık kendimi olduğu gibi ortaya koymak hakkım… Öteki tarafa gittim geldim, bak! Üç saniye öldü, dirildi demedi mi doktorlar? Üç saniye, koca bir zaman! Her şeye hak kazandım ben artık. Ölümü yendim. Şimdi, öldürtmem kendimi. Ne su içerim elinizden, ne yerim yemeklerinizi! Dedeme yaptıkları gibi zehirli mürekkeple doldurtmam kalemimi, divitimi. O ki, devrin en büyük müderrisi! -Gözleri yaşarıyor.-
Korkunun ecele faydası yok, bilirim. Ne de olsa eski öğretiler de var tavan aramda. Ama eli kolu da bağlı duramam ya…
Yarın kadın geldiğinde ilk işim, mutfakta, lavabonun altındaki dolaptan tarım ilacını çıkarttırmak olsun. ‘Kalorifer böcekleri için almıştım, yine onlar için kullanacağım.’ derim. Sonra, zamanını beklerim. Yataktan kalkıp dolaşmaya başlayacağım günleri beklerim. O güne kadar ne bir şey içerim başka elden, ne de yerim. Sonra ağır ağır giderim mutfağa. Annemin yadigârı bardağı raftan indiririm. Annem, ’Üstünde bir parmak dudak payı olsun, suyu ağzına kadar doldurma.’ derdi.
İki beyaz küçücük damla, dudak payının üstüne, yeter!
Özge’nin dudakları tıpkı benimkilere benzer: İnce, gergin, kuru. Suyla ıslatmak ister!