Oldum olası severim şu çocuğu. Çocukluk arkadaşım. Okulda da beraberdik. Ama okuyamadık. Ben haytalığımdan o ise yokluktan. Kaç aydır işsiz geziyordu. İyi ettim yanıma aldım. Dayım da hayır demedi. Şimdi iş hayatında da beraberiz. Esasen dürüst bir çocuk ama bu zamanda dürüstlük para etmiyor. Yine arpacı kumruları gibi düşünüyor, kim bilir nesi var?

– Hayrola Fahrettin düşüncelisin yine, Reşat Amca’nın sağlığı nasıl?

– Babam pekiyi sayılmaz. Ameliyat olması gerek. Doktor açıktan bıçak parası istiyor. Ne yapacağımı, nereden bulacağımı bilemiyorum. Üç aydır evin kirasını da ödeyemedim. İyi ki şu işe vesile oldun. En azından işim var. Hayattan umudu kesmiştim.

– Takma kafana her şeyin bir kolayı bulunur.

– Bulunur da nasıl bulunur? Kazancımız, maaşımız belli. Elimde avucumda bir şey yok, üstelik borç içinde yüzüyorum.

– ‘Kul sıkılmadıkça Hızır yetişmezmiş.’ Hem bak, öğlen oldu. Çıkıp Çakır Usta’da bir köfte yiyelim. Hem daha rahat konuşuruz. Hesaplar benden.

Köşede bir masaya karşılıklı oturduk. Köftelerimizi sipariş ettik. Fahrettin dalıp gitmişti. Oturduğu taburede ellerini bacaklarının arasına sokmuş, omuzları düşmüş, bir şeyler arar gibi yere bakıyordu. Bu çocuk için mutlaka bir şeyler yapmalıyım. Esasen onu da aynı kulvara sokmalıyım. Hani hiç de fena olmaz. Daha rahat olurum böylece. Sırdaşım, kader ortağım olur. Ama nasıl karşılar, tepkisi ne olur? Pek kestiremiyorum. Esasen paraya ihtiyacı var, borç içinde yüzüyor. Çalışmakla, emekle hiçbir şeyin olacağı yok. Babam bir emekçiydi, köhnemiş kundura atölyelerinde sayacı olarak ömür tüketti. Yokluk içinde öldü. Kaldık ortalık yerde. Dayım beni yanına aldı ancak maaşlı bir işçi yaptı. Bu işleri kotarmasam acımızdan ölürüz.

“Fahrettin” dedim, irkilerek yüzüme baktı. Cebimdeki para tomarını çıkarıp önüne koyunca da şaşıp kaldı.

– Al bunları kiranı öde, doktor parasını da düşünürüz.

– Fakat?

– Üzümünü ye bağını sorma. Arkadaş değil miyiz? Elin genişleyince verirsin.

– Fakat nasıl?

– Esasen bu senin hakkın sadece peşin ödemiş oluyorum.

– Hiçbir şey anlayamadım.

– Gece bana biraz yardımcı olacaksın hepsi o kadar.

Fahrettin oturduğu taburede kıvranmaya başladı, belli ki bir tedirginlik yaşıyordu. Parayı teşekkür edip cebine koyarken benden daha fazla açıklama bekleyen bir hali vardı. Onu rahatlatacak şekilde;

– Endişelenmene gerek yok. Gece yarısından sonra Anadolu’dan bir tüccar gelecek. Getirecekleri kamyonete depodan defter ve kırtasiye malzemesi yükleyeceğiz. Malı alıp erkenden yola çıkacaklar. Yardımın gerek.

Fahrettin biraz rahatlamıştı. Tevekkül içindeki müritler gibiydi. “Tabii ki” demekle yetindi. Yemekten sonra Musa’nın çay evinde oturduk. Çaylarımızı yudumlarken “Fahrettin” dedim,

– Şimdi beni iyi dinle. Akşam birlikte olacağız. Tüccar arkadaş bizi Boğaz’da bir balık lokantasına davet etti. Kafaları tütsüleyip sonrasında pavyona götüreceğini söyledi. Gece yarısından sonra da depoda olacağız.

– Tamam abi.

Akşam mesaiden sonra Fahrettin’le birlikte şirketin arabasına atlayarak Boğaz’a vardık. Tüccar Ali Osman masaya kurulmuş bizi bekliyordu. Tipik bir Anadolu tüccarıydı. Kırtasiye malzemeleri üzerine yarı-toptancılık yapıyordu. Yemeyi, içmeyi ve hovardalığı çok seviyordu. O gece yedik içtik. Bol bol işten ve paradan konuştuk. İş bitirmekten, uyanık olmaktan, köşeyi dönmekten bahsettik. Büyüğümüz sayılırdı bize kendince öğüt veriyor, yol gösteriyordu. Bir ara, “Yaa ben bu adama bayılıyorum, onun hayranıyım” dedi. Devamla, “Ne de güzel söyledi, ‘ben zengin insanları severim’ diyerekten.” Daha ötesi, ‘benim memurum işini bilir’ dedi. Uyanık adam. İş bitirici olacaksın, köşeyi döneceksin, devir bu devir hap yap parayı kap.” Sonrasında bizler için de bir methiye düzdü. “Sizi de takdir ediyorum. Gördüğüm kadarıyla sizler de aynı yoldasınız” derken, gözü Fahrettin’e ilişti. Ardından sorgularcasına gözlerimden içeri baktı. Onu cevaplamak durumunda kaldım, “Fahrettin benim has adamım” diyerek onu rahatlattım.

Boğaz macerasından sonra gecenin ilerleyen saatlerinde Beyoğlu’nda bir pavyona gittik. Ali Osman buranın müdavimlerindendi. İstanbul’a her gelişinde buraya uğramadan edemezdi. Daha önceleri de birlikte gittiğimiz olmuştu. Ancak bu kez pavyondan içeri girerken çok farklı karşılandık. Yere kırmızı halılar serilmişti. Garsonlar ellerinde mum yanan şamdanlarla bizleri karşıladı. Aralarından geçerek pavyonun en güzel köşesine buyur edildik. Bir anda etrafımızı konsomatrisler sardı. Masamız çeşitli içki, viski ve bollerle donatıldı. Belli ki Ali Osman her şeyi organize etmişti. Ali Osman kurnaz ve uyanık bir tüccardı. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgemiyordu. Gözümüzü boyayarak toyluğumuzdan sonuna kadar yararlanmak istiyordu. Bir kamyon malı benim vasıtamla yok pahasına alacaktı. Benim şirket içindeki konumumu ve yaptıklarımı biliyordu. Bu benim de işime geliyordu. Elimin altındaki malı anında nakde çeviriyordum. Dayımın malı üstünde bu şekilde tasarrufta bulunmaya kendimi nedense haklı görüyordum. Adamın servetinin haddi hesabı yoktu. Ama bize koklatmıyordu. Diğerleri gibi maaşa talim ediyordum. İstanbul’un en az on yerinde deposu vardı. Ağızlarına kadar defter ve kırtasiye malzemesiyle doluydu. Depolar elimde, anahtarları cebimdeydi. Stokları ben yönetiyordum. Bu işin hiçbir riski yoktu.

Fahrettin’in kafası allak bullaktı. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Para bu kadar kolay harcandığına göre demek ki, kazanmak da bu kadar kolay olmalıydı dercesine bizleri hayretle dinliyor, etrafta olanları anlamlandırmaya çalışıyordu. Dayısının yanında kendisi gibi maaşla çalışan birinin hayatı bu denli renkli nasıl olabilirdi? Bana verdiği paranın kaynağı bu işler olabilir miydi? Acaba bütün bunlardan dayımın haberi var mıydı? Dertsiz başımızı derde sokar mıydık? Ve benzeri soruları sorduğunu duyar gibiydim. Sanki dayımın emeğini heder edip etmediğimi sorgular gibiydi. Ama ne emeği, neyin emeği? Dayımın çevirdiği dolapları ben biliyordum. Gümrüklerde atlattırdığı taklaları, gümrükçülerle çevirdiği dolapları, yaptığı karaborsayı, stokları eritmeyi, yok etmeyi, kaçırdığı vergileri… Yatacak yeri olmazdı. Emekle olur muydu bu servet! Bir de şuna illet oluyordum: “Çalışın” derdi biz gençlere, “emek kutsaldır, emek her şeydir. Ben her şeyimi emeğime borçluyum” diyerek talkın verirdi ama ay sonu gelince emekçinin parasını öderken eli ayağı titrerdi. Neymiş? Emek her şeymiş! Aklına şaşarım bu safsataya inananların. Evet, emek her şeydir ama bir istisnası vardır; o da, hiçbir şey olduğudur. Bu safsatalarla avutulur emekçiler, koyunlaştırılır insanlar. Emek kutsaldır diyerek sırtları sıvazlanıp sömürülürler, savaşa sürülürler, ölüme gönderilirler. Kafam buna hiç basmıyor.

Gecenin ilerleyen saatlerinde hep birlikte depoda olduk. Işık kullanmıyordum. El feneriyle iş görüyordum. Esasen gidecek malları birkaç gün öncesinden hazır etmiştim. Ali Osman’ın kamyonunu da deponun arka tarafında sotalı bir yere yanaştırmıştım. Ben malın başındaydım. Fahrettin dâhil, Ali Osman ve şoförü malları süratlice taşıdılar. Ali Osman para tomarını elime tutuşturup kamyona atladı, gecenin içinde hızla kayboldular. İşi bitirdikten sonra Fahrettin’le birlikte depoyu kapatıp soluğu İşkembecide aldık. Fahrettin iyi görünmüyordu. Masanın başında tir-tir titriyordu. Dışarıda uzun bir gece geçirmiştik. Üşüdüğüne hükmettim. “İç” dedim, “çorba iyi gelir.” Çorbayı zor içiyordu ve pek konuşmuyordu. “Eve gidip biraz dinlenmeliyiz” deyip kalktık.

Ertesi gün Fahrettin işe gelmemişti. İkirciklendim. Belki hastalanmıştır diyerek günü geçiştirdim. Daha sonraki gün ay sonuydu. En azından maaşını almak için gelir diye düşündüm. İçeride bir buçuk aylık maaşı vardı. Ama Fahrettin ortalıkta yoktu. Bunu takip eden günlerden birinde sabah saatlerinde evine uğradım. Hasta falan değildi. Annesi Salı Pazarı’na gittiğini söyledi. Salı Pazarına gittim, pazarı bir baştan bir başa dolaşıp Fahrettin’i aradım. Nihayetinde onu pazarın çıkışında bir köşede iki limon sandığının başında gördüm. Limon satıyordu. Nedense yanına yanaşamadım.