“Kırmızı elbisemi getir, ölmeden bi kerecik giyineyim be Suat,” dedi. Sesi, ha şimdi ha birazdan ölür durumdaki birinden beklenmedik bir tizlikte, kelimeler tane tane ve bu eve geldiği günden itibaren yasaklanmış şivesiyle çıktı ağzından. Nerede sanıyordu kendini bu gelin? Dokumacı yalısında olduğunu mu unutmuştu, yoksa eski çöplüğünden mi sesleniyordu bilinçaltı. Ziyaretçi dolu odada aile sırlarını mahsustan ifşa etmeğe çalışıyordu belki de. Her şey beklenirdi ondan. Başını boşlamaya gelmezdi. Ölürken bile… Zihinlerindeki benzer düşüncelerle harekete geçti görümceler. Biri, dikkatleri dağıtacak türden uzun soluklu bir öksürük krizi numarası tuttururken, “aklını yitirdi ayol, ne konuştuğunu bilmiyor” deyip gelinin yatağına doğru koştu ötekisi. İki yıl önce koronanın ağırlaştırılmış ev hapsiyle cezalandırdığı yaş grubundaki sosyetik hanımlar bir şeyler çakmadan susturması gerekirdi Emel’i. Aynı plastik cerrahın kesip biçtiği kalkık burunlu, çekik gözlü, Japon kaşlı, şişme dudaklı, gergin ciltli, moda mecmualarından çıkma on – on iki kadar tek örnek ifadesiz yüz, Emel’e dönmüştü anında çünkü.
Sırtını dayadığı yastıkları indirerek kendini yatırmaya çalışan görümcesinin elini tepkiyle itti Emel. “Yoo, hiç şimdiki kadar aklı başında konuştuğum olmamıştı” dedi görümcesini tersleyerek. En yakın aile dostları ve sırlarının tek yabancı ortağı kadın işe el atmasaydı, ailenin kırmızı çizgisinin sınırlarını zorlayacak gibi görünüyordu Emel. Gömüldüğü koltuktan kalkıp “hasta ziyaretinin kısası makbuldür” dedi kadın. İçlerindeki merak dürtüsüyle tepeden tırnağa kulak kesilmiş kırmızı halıda yürüyecek şıklıktaki hanımlara yol göstererek odadan çıkarttı. Sırları ortaya dökülecek, cemiyetteki aile itibarları sarsılacak diye nasıl da paniğe kapıldı Dokumacı bacılar. “Ziyaretçi filan almayalım bundan sonra” diye eli kalbinin üstünde, nefes nefese tısladı büyük görümce. “Bizi rezil edecekti gider ayak. Kırmızı elbisesini ister, davul darbukasını ister, zillerini takıp göbekler bile atar bu. Rahmetli annem ne derdi “kılık kıyafetini değiştirmekle varoş dilberinden hanımefendi yaratamazsın, olmaz! Asalet kanda olur.” “Suat Dokumacı’ya anlatamadık ayol” deyip kardeşine baktı ateş püsküren gözlerle. Öksürük krizi numarasından sesi çatallaşmış küçük görümce ezik bir “hımmm” la ablasını onaylayarak “az kalsın yazık olacaktı onca yıllık emeklerimiz” diye kafa salladı olumsuz anlamda. Öyle ya Emel’in üstündeki “emekleri” küçümsenemezdi görümcelerin. Dokumacı ailesinin güzelliği, zarafeti, asaletiyle konuşulan gelinlerini sil baştan var eden onlar değil miydi? Suat, aileye yakışan karısını koluna takıp sosyetede göğsünü gererek dolaşabiliyorduysa bu, ablalarının kamera arkasındaki varoluşları sayesindeydi kesinlikle. Her ne kadar Suat buna, kendini geliştirmek deyip karısının hakkını vermeğe çalışsa da, ablalarına direnecek şekilde Emel’i savunmamıştı şimdiye değin. Beyaz atlı prens beklentisiyle kaçırdıkları trenin faturasını geline kesip, müzmin bekârlıklarından dolayı onu suçladıklarında bile susmuştu Suat. Alttan almıştı. Bunca yıl dışarıya bir şey yansıtmadan, bu üç katlı yalıda cümbür cemaat bir ömür sürmenin sırrı buydu belki de. Önce anne baba, sonrasında ablalar.
Gelini, köklerini hatırlatacak her şeyden soyutlamak gerektiğini düşünen anne Dokumacı, onun için düzenlediği yasak listesini kızlarına devretmişti bu dünyadan göçüp giderken. Kızlar da görevlerini layığınca yerine getirmişlerdi az önce Emel kırmızı elbisesini isteyene, şivesini konuşana kadar. Bugün ilk kez ölümden aldığı cesaretle Dokumacı ailesinin yasaklarını çiğnemeğe kararlı gibi görünen gelin çabuk pes etti. İsyanı derinden gelse de bedeni direnecek güçte değildi. Ahmak ıslatan bir yaz yağmuru şimşeği gibi çaktı söndü. Gecikmiş bir başkaldırıdan bir şey olmayacağını anlayıp imalı sözlerle kendisine hakaretler ederek tepesinde dikilip duran görümcelerini dahi duymazdan gelip kabuğuna çekildi. “Onu rahat bırakın” diye bağırarak ablalarını odadan çıkartan kocasının savunması da geç gelmişti, ölürken çekilen bir isyan bayrağı gibi…
Kırmızı elbise muhabbeti bir şeyler hatırlatmıştı Suat’a. Pencere pervazındaki çifte kumruların, beyaz güneşlikte cilveleşen gri gölgelerine baka baka dalıp gitti.
Son zamanlarda zarar eden dükkânın hesap kitaplarını teftiş için herkesten önce gelmişti dükkâna o sabah. İki katlı, cam vitrinleri Acem halılarıyla kaplı, yüksek tavanından büyük kristal avizelerin sarktığı bu gösterişli mekânda tanımıştı Emel’i. İnce biçimli endamına yakıştırdığı İspanyol etekli elbisesinin içinde narin bir dağ lalesi gibiydi. Kıyafetinin rengi beyaz tenine yansıdığından al al görünürdü yanakları. Kara kaşları ve gözleriyle aynı tondaki atkuyruğu dalgalı saçları, belinin incesini kamçılıyor, uzun kıvrım kirpiklerinin koyu gölgesi yanaklarının kırmızısında titreşiyordu kelebek kanadı gibi. Ayağında parmak arası terlikleri, kolunda rengârenk çiçeklerle dolu hasır sepeti olmasaydı, gören de güzellik Tanrıçası yere inmiş, Suat’ın Halı Cenneti’ni şereflendirmiş sanırdı abartısız. Mermer tezgâhın arkasında put gibi donakalmıştı Suat. Kristal avizenin sarkıtlarından, kızın saçlarına yağan altın yıldızlarla kamaşsa da gözleri, kirpik kırpmadan bakıyordu bu ilahi güzelliğe.
Karşı duvara mıhlanmış çerçevedeki çatık kaşlı dedesi, bu ayran gönüllü hovardaya kızgın ve kınayan gözlerle baksa da, diğer çerçevedeki dokuma tezgâhının başına kurulmuş güleç yüzlü ninesi işini gücünü bırakıp bu güzel kızı ilmek ilmek kalbine nakışlamıştı sanki torununun. Her gece başka bir güzelin koynunda sabahlayan, uyandığında yattığı kadının yüzünü dahi hatırlamayan, aşkın sevdanın lirik şiirlerden ibaret olduğunu savunan Suat’a bir şeyler oluyordu. Şairane düşünceler peydahlanıyordu zihninde sıra sıra. Kızın saçlarındaki tokaya dönüşseydi veya vitrindeki lacivert zeminini gümüşi yıldız motiflerin ve dolunayın süslediği ipek Acem halısını – gökyüzünü – kapıp bu kızın ayakları altına serseydi gibisinden. Anın büyüsüyle aklı uçmuş adam, kızın hareketlenmesiyle toparlanıp kendine geldi. O sırada kız da eteklerini savura savura, çapraz adımlarla ilerleyip karşısında durdu Suat’ın. İnce bileğindeki halka metal bilezikleri şangırdata şangırdata sepetteki güllerin arasından yaprağında sabah çiği parlayan tazecik bir gonca çekip ona uzattı. “Sevgiline alasın bi çiçek” dedi belirgin şivesiyle. Kızın ıslak dudakları, elindeki çiği kurumamış gonca kadar güzel ve tazecikti. Şairane bir kıyaslama belirdi yine zihninde ve hissettiklerini eyleme dökmenin tam zamanı olduğunu düşünüp atağa geçti. Tezgahın arkasından uzanıp çiçeği aldığı gibi kızın kulak arkasına takıverdi bir anda. Bununla da kalmayıp kasanın çekmecesindeki kâğıt paraların tamamını da avuçlayıp önüne serpti her zamanki cömertliğiyle. O böyle har vurup harman savururken dede Dokumacı’nın kızgın bakışları görünmez oklarını fırlatıyordu karşı duvardan. Sadece çiçeğinin ederini alan kız, bir daha can evinden vurdu Suat’ı. Bir hafta, on gün derken Emel’siz olamayacağını haykırdı tüm karşı çıkanlara. İlk başlarda durumu bir itibar meselesine dönüştüren aile büyükleri, biricik oğullarının ısrarına dayanamayıp razı geldiler sonunda. İlk önce anlı şanlı bir düğünle gelinin yuvada büyüdüğü yalanını duyuruverdiler cemiyetteki eş dosta, hısım akrabaya. Herkes onların bu “örnek” davranışlarını alkışlarken, onlar da gelini kendi asaletlerine uydurmak için didinip durdular bir ömür boyu. Anne Dokumacı’nın listesinin en başlarında yer almıştı kırmızı kıyafet yasağı işte. Emel, bir Cennet mahallesinde yaşamıyordu artık. Girdiği kabın kalıbına göre şekillenmesi lazımdı. Kurallarda en ufak bir esnekliğe yer yoktu. Siyahların ve bejlerin ağırbaşlılığını, morların asaletini kuşanırken, ruhunun da karanlıklara gömüldüğünü fark ettiğinde geç kalmıştı ne yazık ki. Zengin hayatın pırıltısına rağmen, yerini yadırgamış gül gibi sararıp solmaktaydı Emel. Ömrünü, gösteriş için yaşayan insanların arasında geçirmek, hapiste gibi hissettiriyordu ona. Sıcak, ateşli, samimi, aşık, güçlü, tezcanlı, biraz da asi ruhlu kız gitmiş, asil kadını oynamak zorunda bırakılan karamsar, mutsuz bir kadın gelmişti yerine sanki. Rengini soldurmuşlardı…
Kocasına kırgındı ama her şeye katlanışının tek sebebi iki kızını canından çok severdi. Onlar olmasaydı neler yapmazdı ki… Dayatılmış kimliğini yırtar atar, asil görünme adına sahte gülen, sahte ağlayan, sahte konuşan gösteriş budalası yapmacık insancıkların oluşturduğu bu çevreden kaçar, ait olduğu yere dönerdi ardına bakmaksızın. Kinden, küsten uzak mahalle kavgaları bile bu yapmacık dünyanın süt liman hallerinden daha samimi geliyordu ona. Bir müziğe bakardı barışmaları, bir birinin açığını yakalamak için fırsat kollamazlardı buradakiler gibi.
Olmadı, kaçamadı. Kızlar büyüdü, yolunun üstündeki engeller kalktı diye umutlanmıştı ki, bu defa da sinsi bir illetle mahkum oldu Dokumacılar’ın altın kafesinde. Beş senelik mücadelesinin sonlarına gelmişken hayatının yasaklı rengini istedi kocasından. Bu kadarcık bile hatırı yok muydu?
Emel’i güneşlikte cilveleşen kumru gölgeleriyle baş başa bırakıp odadan çıktı Suat. Bir saat kadar bir zaman aldı geri dönüşü. Kucağında kurdeleyle bağlı büyük bir hediye paketi vardı. Paketi çözüp içindeki İspanyol etekli kırmızı elbiseyi karpuz kollarından tutarak karısının yatağına doğru adımladı telaşla. Canlılığı, cazibesi, zarafeti yetersiz kaldı kırmızı kıyafetin. Tavana kilitlenmiş donuk bakışları döndüremedi kendine. “Emeeeel!” diye vahşi bir çığlık attı Suat. Güneşlikte cilveleşen kumrulardan biri sesten ürküp zillerini öttürerek siste boğulan akşam denizine doğru havalandı, kuş yalıdan uçuverdi.