Akşam erken iner mahpushaneye / Ejderha olsan kar etmez
Bugün yine akşam erken indi mahpushaneye. Dışarda nöbet değiştiren askerlerin sesleri, içerde akşam sayımı yapan gardiyanların kilitlediği demir kapıların şakırtıları… Mahkûmlar avluda hızlı adımlarla akşamın son voltasını atıyorlardı. Birazdan kapılar kapanacak demir ranzalarda bitmeyen geceler ve bir türlü doğmayan güneş beklenecekti. Duvar dibinde yaralı bir aslan gibi volta atan Hançer, yanındaki Eşref’e, “Gardaş hele bir seslen, içimizdeki efkâr dağılsın, gönlümüz dağlara çıksın,” dedi. Eşref, “Sesim bu kahpe duvarları aşıp dağlara ulaşır mı bilmem ama yine de ben derdimi dökeyim,” diyerek yutkundu, boğazını temizledi ve türküsünü söylemeye başladı:
Baba bugün dağlar yeşil boyandı…
Yanık sesi önce koğuşun duvarlarında yankılandı, sonra duvarları aşıp tel örgülerin arasında nöbet tutan askere kadar ulaştı. Dağlar yeşilden kırmızıya dönerken karıncalar ve kuşlar yuvalarına çekilmeye başladı.
Türkü bitince derin bir of çeken Hançer sordu: “Bu türkü her söyleyişte dokunur mu yüreğe gardaş?” “Yürek yaralıysa dokunur elbet,” dedi Eşref. “Peki, türküde dediği gibi içindeki yangına döktüğün su da yanarsa neylersin gardaş,” diye sordu Hançer. “Çaresiz sen de yanarsın,” dedi Eşref.
Onlar volta atıp dertleşirken gürültüyle açıldı demir kapı. Şişman başgardiyan önde, arkada bir gardiyan ordusu daldı koğuşa. Volta atan mahkûmlar durdu. Şişman başgardiyan suratını buruşturarak bağırdı: “Geçin sıraya!” Herkes sessizce sıralandı. Sert bir sesle, “Baştan say!” diye seslendi. “Bir, iki, üç…” diye başladı mahkûmlar, en sondaki koğuş mümessili, “Kırk sondur başgardiyanım!” dedi. “Allah kurtarsın!” diye seslendi başgardiyan.
Sayım bitmişti. Mahkûmlar yatakhanelere alındı, kapılar kapandı. Akşam bütün ağırlığı ile çökmüştü mahpushaneye.
Dışarda her şey olanca hızıyla akıp giderken içerde hayat durmuştu sanki. Koğuşlara çekilen mahkûmlar için sabahsız geceler boyu süren mahpusluk hikâyeleri başlıyordu. Demir kapılar ve beton duvarlar arasında geçen bir gün daha bitmiş, eller ayaklar yıkanmış, dolaplardan terlikler ve pijamalar çıkarılıp giyilmişti. Ranzalarda derin sohbetler kurulmuştu.
Eşref ile Hançer aynı ranzada altlı üstlü yatıyorlardı. Eşref üstünü değiştirip pijamalarını giydi, üst ranzaya çıktı. Hançer, “Hoş geldin,” diyerek yastığı uzattı. Eşref yastığı sırtına koydu, geriye yaslandı: “Gardaş duvarı nem insanı gam öldürür derler. Yüreğini sağlam tutacaksın mahpushanede,” dedi. “Nasıl tutacaksın Eşref Gardaş, yaralı yürek iyileşir mi?” diye sorunca Hançer, “İyileşir elbet, zaman ve sabır her yaraya iyi gelir. Sen daha yenisin. Ben yedi yılda öğrendim bunu,” diyerek derin bir nefes alan Eşref anlatmaya başladı:
“Yedi yıl geçti bu duvarlar arasında. Burnumda tütüyor anam, babam, memleketim bir de sevdiğim kız. Memlekette bir kızı sevdim, vermediler. Eşref’e kim kız verir! Yalınayak bir çoban… Kavalından ve türküsünden başka bir şeyi yok. Benden kaçırmak için zengin bir Almancıya söz kesmişler. Duyunca deliye döndüm. Dayandım kapılarına, ‘Biz birbirimizi seviyoruz, kıymayın bize!’ dedim. ‘Var git yoluna çoban parçası!’ diye dövdüler beni. Gidemedim, sevdiğimin gözlerindeki çaresizlik içimi yaktı. ‘Beni yakan ateş sizi de yaksın!’ dedim, çaktım kibriti bir gece. Evlerini, ahırlarını, samanlıklarını her bir şeyciklerini tutuşturdum. Ertesi gün jandarmalar buldu beni. Mahkemede her şeyi anlattım. On yıl verdiler. Ben mahpusa düşünce ‘Sevdiğin kız Almanya’ya gelin gitti,’ dediler.
İşte, o gün bugündür söylerim bu türküyü, kalbime ateş düştü, içinde yar da yandı, diye. Yedi yılda yüreğimdeki ateş küllendi. Zaman geçer, yara kapanır, ateş küllenir. Üflesen içindeki köz yeniden tutuşur ama sevdiğin geri gelmez. Burada anladım ki ne yarayı kaşıyacaksın ne de küllenmiş ateşi yeniden alevlendireceksin.”
Eşref sözlerini bitirdi, Hançer’in omzuna dokundu. “Sen de az çekmemişsin! De bakalım, her türkü söylediğimde yüreğine dokunan nedir?” Hançer, Eşrefin gözlerine bakarak, “Gardaş kolay değil çektiklerin. Sen bir hayli yol almışsın mahpuslukta, ben daha yolun başındayım. Bir yıl sanki bin yıl gibi geldi bana.” Eşref, “Dedim ya yüreğini sağlam tutacaksın, belli olmaz bir de bakarsın af çıkar. Kavuşursun karına, çocuğuna.” diyerek teselli etmeye çalıştı. “O günler çok uzak be gardaş” diyen Hançer omuzlarını kaldırdı, elini çenesine koyup anlatmaya başladı:
“Hançer dedemin adıymış. Cephede üç yıl savaşmış. Sonunda düşmanı İzmir’e doğru kovalarken bir top mermisi düşmüş ortalarına. Bölük komutanı sırtından yaralanmış. Askere emir vermiş, ‘Beni bırakın! Düşmanı temizleyin bu topraklardan’ demiş. Dedem yaralı komutanını bırakmamış. Sırtında taşımış İzmir’e kadar. Hem vatan kurtulmuş hem de dedemle komutan… Bölük komutanı ona bir hançer hediye etmiş. Dedem dünyanın en kıymetli hediyesi diye ben doğunca yatağımın başına asmış. Nerden bilecekti canını kurtardığı komutanından aldığı bu hançer benim elimde bir cana kıyacaktı.
Dedem ölünce adım Hançer kalmış. Hançer aşağı Hançer yukarı… Babam marangoz ustasıydı, yanından hiç ayırmazdı beni. Kahveci Rüstem ise yıllardır komşumuzdu. Babam kızı Emine’yi bana istediğinde ikiletmedi. Hemen düğün dernek kuruldu. Evlendik. Onu da babam gibi sevip saydım. Düğünümden bir ay sonra babam rahmetlik oldu. Evin geçimi, işyeri, aile sorumluluğu omuzlarıma bindi. Sonra oğlum oldu. Acar koyduk adını. Babamın adını verdik.
Kahveci Rüstem torunu olunca daha sık gelip gitmeye başladı bizim eve. Yalnız, anamda bir gariplik bir sessizlik… Her gün iki gözü iki çeşme… Babama üzülüyor diye geçirdik aklımızdan. Meğerse anamı sıkıştırırmış deyyus. Kadın kimselere bir şey diyememiş.
O gün akşama doğru atölyeye uğursuzun biri geldi: ‘Sen de adamım diye geziyorsun bu memlekette. Anan evde ne haltlar yiyor haberin var mı?’ dedi. Dünya başıma yıkıldı, gözlerim karardı. Eve nasıl geldiğimi bilmiyorum. Odaya girdiğimde anam kucağında Acar’ı uyutuyor, kahveci Rüstem yılışık yılışık sırıtıyordu. Duvardaki asılı hançeri almamla Rüstem’in boğazına saplamam bir oldu. Bağrışmalarla, çığlıklarla kendime geldiğimde anlayabildim felaketi.
Sonrasını biliyorsun gardaş. Mahkeme devam ediyor. Şimdi ben evimi ocağımı yıktığıma mı yanayım, elimi kana buladığıma mı, çocuğu alıp giden karıma mı? Hangi derdime yanayım?” diyerek kafasını öne eğdi.
Her ikisi de sustu. Koğuşun loş ışığında beyaz duvara yansıyan ranzaların ve mahkûmların gölgeleri oynaşıyordu. Kim bilir kaçıncı kez anlatılıyordu mahpushane hikâyeleri, kaçıncı kez söyleniyordu ayrılık türküleri. Geceler yaman ve acımasızdı. Maltada dolaşan gardiyanın ayak sesleri mahkûmların kafalarına pişmanlığın balyozu gibi iniyordu. Tel örgülerin arasında nöbet tutan asker kısık, ürkek sesiyle bir gurbet türküsü mırıldanıyordu.
Yine bir solukta ve zevkle okudum. Tebrikler Zeynel bey..