– Sevgili Özlem Ertan, edebiyatla müzikle dolu bir hayatınız var. Opera ve klasik müzik başta olmak üzere kültür-sanat yazıları yazıyorsunuz. Âşık Kadınlar Denizhanesi, Benim Güzel Ölülerim romanlarınız ve öykülerinizin yer aldığı pek çok antoloji var. Kiltablet Ocak sayımızda yer verdiğimiz sizin derlediğiniz, Hayalet Müzik öykü antolojisi ise yakın tarihte okurlarıyla buluştu. Edebiyat ve müzik tutkunuz nasıl başladı ve nasıl birleşti?
Çocukluğum İzmir’in Kemalpaşa İlçesi’nde, dedemin bahçeli evinde geçti. Ağaçların altında bağıra çağıra şarkı söylerdim, tüm komşular beni dinlerdi. Müzik kulağım iyi olduğu için şarkıları hemen kapardım. Müzik tutkusu çok erken yaşlardan beri var bende. İçsel bir şey bu…
Edebiyat sevgim ise ilkokul dördüncü, beşinci sınıfta gelişmeye başladı. Yazdığım kompozisyonlar dikkat çekiyordu. Okumayı da seven bir çocuktum. Ortaokuldayken klasikleri okumaya başlamıştım. Sonra Agatha Christie’yle Stephen King’e merak sardım. Korku edebiyatı o zamandan başlamış demek ki!
Lisedeki edebiyat öğretmenim Mehmet Özgürce beni yazmak konusunda çok cesaretlendirdi. Bana “Siz yazarsınız,” derdi sık sık. Çok mutlu olurdum. Hikâyeler, manzum hikâyeler ve şiirler yazardım. Yazarken müzik dinleme alışkanlığım da o yıllarda gelişti. Bende müzik ve yazı hep birbirini beslemiş ve desteklemiştir.
Bu arada müzikle ilgili dersler de aldım. TRT İzmir Gençlik Korusu’nun sınavını kazandım ve bir dönem söyledim orada.
– Ooo, bir gün dinleyebilecek miyiz sizi?
Evet, istiyorum aslında. Kim bilir belki yakında böyle bir sürprizim de olabilir.
-Üniversitede arkeoloji okumuşsunuz.
Evet. Çok da severek okudum. Ege Üniversitesi Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi bölümünden birincilikle mezun oldum. Arkeoloji maddi kültür kalıntılarını yani seramikleri, taş aletleri, heykelleri, mimari yapıları inceleyerek eski toplumların yaşamını, birbirleriyle ilişkilerini, sanatlarını anlamaya çalışan bir bilim dalı. Dolayısıyla sanatla birebir ilişkili… Özellikle Hititleri çok severdim okuldayken. Hâlâ da en sevdiğim medeniyet. Çocukluğumun geçtiği İzmir Kemalpaşa’da çok önemli bir Hitit Anıtı var: Karabel Anıtı. Hititler döneminde orada yaşayan, imparatorluğa bağlı vasal bir kral yaptırmış. Karabel Anıtı’nı on yazarın müzik temalı korku öykülerinden oluşan, proje yönetmenliğini de yaptığım “Hayalet Müzik” antolojisindeki öykümde kullandım mesela. Dolayısıyla arkeoloji beni besledi ve beslemeye devam ediyor.
Üniversitede de okumaya yazmaya devam ettim. Edebiyat ve müzikle hep iç içe oldum.
– Peki, gazeteciliğe nasıl başladınız?
Üniversite bitince, on beş yıl önce İstanbul’a yerleştim. Daha önce İzmir’deydim. Birkaç ay sonra da Agos Gazetesi’nde çalışmaya başladım. Gazeteciliğe başlamamın iki önemli nedeni vardı. Biri yazmayı çok sevmem ve gazeteciliği de bunun bir alanı olarak görmem. İkincisi de o dönemde Hrant Dink’in katledilmesi. Hrant Dink’i lise yıllarımdan beri takip ederdim. İzmir’de buldukça Agos’u alıp okurdum. Hrant Dink’le tanışmayı çok istiyordum. Ama bir türlü nasip olmadı, denk gelmedi. Onun öldürülmesi beni çok üzdü, uzun süre etkisinden kurtulamadım. O dönemde Agos’ta köşe yazarlığı yapan bir arkadaşım vardı. Ona Agos’a gönüllü olarak destek vermek istediğimi söylediğimde beni gazeteye davet etti. Birkaç ay bana verdikleri her işi yaparak destek oldum onlara. Sonra dediler ki “Sen bu işi gayet iyi yapıyorsun. Gel bizim muhabirimiz ol.” Ben de bilfiil gazeteciliğe başlamış oldum böylece.
Sonra ulusal bir gazeteye geçtim ve orada çok sevdiğim romancı Ahmet Altan’la birlikte çalışma imkânı buldum. Benim edebî yanım Ahmet Bey’in dikkatini çekmiş. “Sen iyi yazıyorsun. Edebiyatı bırakma.” dedi bana. Böyle değerli insanlardan olumlu tepkiler almak teşvik edici oluyor tabii.
Eskiden on-on iki yıl önce çok ağdalı, devrik cümleler kullanırdım. Ahmet Altan, bir akşam ki herhalde o günkü yazımı okumuştu öncesinde, yanıma gelip elini omzuma koydu ve “Özlem kızım,” dedi. “İyi yazmaya çalışmadığın zaman çok iyi bir yazar olacaksın. İyi yazmaya çalışma, sen zaten iyi yazıyorsun.”
Bu birkaç cümle benim için ders oldu. O günden sonra iyi yazmaya çalışmadım. Serbest bıraktım kendimi. Ahmet Bey’i dinledim ve iyi ki de dinledim.
– Müzik yazarlığı da o zaman mı başladı?
Evet. Klasik müzik ve opera konusunda bilgili olduğumu gören Yasemin Çongar, bana haftada bir opera köşesi yazmamı önerdi. Ben de seve seve kabul ettim. Müzik yazarlığı da çok geliştirdi beni. İstanbul’daki etkinlikleri zaten takip ediyor ve sanatçılarla görüşüyordum. Köşe aldıktan sonra yurtdışındaki opera dünyasını da sıkı takip etmeye başladım. Yazarken de öğreniyor insan. Okuyor, araştırıyor. Dolayısıyla müzik-edebiyat hep böyle iç içe gitti. Yazarken de çok müzik dinliyorum zaten. Her kitabımın bir müziği vardır. İlk romanım “Âşık Kadınlar Denizhanesi”ni yazarken sürekli Şostakoviç’in “Çello Konçertosu”nu dinledim. O kitabın müziği oydu. İkinci kitabı yazarken de çoğunlukla Kürt ve Ermeni müziği… Gomidas, Kürt dengbejler… Henüz okurla buluşmayan üçüncü romanımı yazarken ise Mozart, Verdi ve Dvorak’ın requiemlerini dinledim sürekli.
– Goethe’nin Faust eseri, Charles Gounod tarafından opera olarak bestelenmiştir. Shakespeare eserleriyle müzik tarihinde onlarca besteciye ilham kaynağı olmuştur. Halit Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu” adlı eseri, Reşat Nuri Güntekin’in “Dudaktan Kalbe” romanı, opera olarak sahnelenmiştir. Sizin de özel alanınız olduğu için opera edebiyat ilişkisi için neler söyleyebilirsiniz? İki sanat arasında benzerlikler ya da yakın oldukları noktalar var mıdır?
Tabii ki var. Bir kere çoğu opera edebiyat uyarlamasıdır. Bazıları da mitolojik öykülerden ya da tiyatro oyunlarından alınmıştır. Opera sanatı 16. Yüzyılda İtalya’nın Floransa kentinde, Antik Yunan’ın korolu eserlerini tekrar canlandırma isteğiyle doğdu. Dolayısıyla ilk operalar mitolojiyle ilgiliydi. Sonrasında edebiyat uyarlamaları ön plana çıktı. William Shakespeare’in “Othello”, “Macbeth”, “Windsor’un Şen Kadınları” gibi oyunları, İtalyan besteci Giuseppe Verdi tarafından opera sahnesine taşındı. Yine Shakespeare’in “Romeo-Juliet”ini Charles Gounod besteledi. Aralarında “La Traviata”, “Carmen” ve “Faust”un da bulunduğu pek çok opera edebiyat uyarlamasıdır. Opera komplike bir sanat aslında. İçinde hem müzik, dans ve drama
hem de libretto, şiir var. Operanın özünde var edebiyat. Bu noktada Alman opera bestecisi Richard Wagner’e de değinmek istiyorum. Wagner operaları hem çok güzel operalardır hem de edebi anlamda çok değerlidir. Çünkü Wagner operalarının librettolarını kendisi yazmıştı. Ve çok da iyi metinlerdir.
– Cemal Süreyya, Can Yücel, Orhan Veli, Nazım Hikmet pek çok şairin dizeleri notalarla, ezgilerle buluşmuş şiirler şarkı sözü olmuştur peki şarkı sözlerini nasıl yorumlarsınız, sizce şiir midir? Hem şiir hem şarkılar söz ve sesle kavranır. Böyle bakınca dilin müziğe, müziğin dile etkileri var mıdır?
Elbette vardır. İyi şarkı sözü şiirdir bence. Günümüzdeki popüler müzik ürünlerini kastetmiyorum tabii bunu söylerken. Daha eski dönemlerin mesela Çiğdem Talu’nun şarkı sözleri, birer şiirdi. Çok güzel, derinliği olan, insanı alıp götüren, bir duygusu, derdi, hikâyesi olan metinlerdi. Mesela Bob Dylan şarkı sözleriyle Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer bulundu. İyi şarkı sözü şiirdir, ama her şiir şarkı sözü olamayabilir. Çünkü şiirin müzikle buluşması için yapısının ona uygun olması lazım.
– Bir romanınızın/öykünüzün operada sahnelenmesini ister misiniz? Böyle bir düşünüz var mı? Libretto yazmayı düşündünüz mü hiç?
Tabii ki çok isterim. Çok sık da hayalini kurduğum bir şeydir öykümün ya da romanımın operaya uyarlanması. Libretto yazmak gibi bir hayalim de var, ama henüz zamanı değil. Mutlaka ona da sıra gelecektir.
– Müziğin neresindesiniz? Olmak istediğiniz yerinde mi? Veya neresinde olmak isterdiniz?
Çocukken şarkıcı olmak, hatta opera sanatçısı olmak isterdim. Ama yazmayı da çok seviyordum. İkisi de hayatımda çok önemli iki unsur oldu. Yaptım aslında ikisini de. Çoksesli korolarda söyledim, müzik yazarlığı yaptım, yapıyorum. Konserleri, operaları da gazeteci kimliğimden dolayı takip edebiliyorum. Mutluyum yani.
– Sizce iyi bir şarkı nasıl olmalıdır?
İyi şarkıda müzikle söz bir bütündür. O yüzden ikisi birbirini beslemeli. Tabii ki müzik evrensel bir dil ve başlı başına bir anlatım aracı. Ama söz de çok önemli. Söz de müziği destekliyorsa ve iyi yazılmışsa o gerçekten iyi bir şarkıdır.
– İz bırakan bir şarkınız, aryanız var mı? Neden?
Arya çok var. Mesela Giuseppe Verdi’nin ve Richard Wagner’in operalarını çok severim. Verdi’nin “La Forza Del Destino” operasından “Pace pace, mio dio” aryasının bende çok özel bir yeri vardır. Rahmetli Leyla Gencer çok güzel söyler. Bir de Umberto Giordano’nun “Andre Chenier” operasından “La Mamma Morta” muhteşemdir. Aryanın başında etkileyici bir çello solosu vardır. Onu da Maria Callas’tan dinlemek müthiş keyiflidir benim için. Andre Chenier, Fransız Devrimi’nde giyotinle idam edilmiş, İstanbul doğumlu bir şairdir. Umberto Giordano’nun operası da onu anlatır.
– En sevdiğiniz şarkı, şarkıcılar, yorumcular kimlerdir? Neden?
Opera özelinde söylersek ben Wagner sopranolarını çok seviyorum. Güçlü, dramatik seslere karşı özel bir sevgim var. Mesela Jessye Norman’ı her zaman keyifle dinlerim. Mezzo soprano sesleri de çok seviyorum. Olga Borodina’yı, Elina Garança’yı, Mariana Pizzolato’yu. Türkiye’den de geçen sene Leyla Gencer Şan Yarışması’nda birinci olan Ezgi Karakaya çok iyi bir mezzo-soprano. Sadece opera ve klasik müzik dinlemiyorum. Metal müzik de çok severim. Özellikle de İskandinav ve Folk Metal gruplarını: Amon Amarth, Emperor ve Ensiferum favorilerim. İskandinav Metal grupları müzikleriyle, sözleriyle, beslendikleri kaynaklarla ve duruşlarıyla çok destansı geliyor bana.
– Türkçe operaya uygun bir dil mi?
İtalyanca kadar değil. Tabii yine Türkçe operalar olabilir, oluyor. Ama İtalyancada vokaller yani sesli harfler daha fazla olduğu için operaya çok uygun bir dil. Rusça da biraz zor bir dil opera için, ama çok iyi, evrensel Rusça operalar var. Yani dil engel değil.
– Operada âşık olduğunuz veya canlandırmak istediğiniz bir rol var mı?
Var: Mozart’ın Sihirli Flüt Operasında “Gece Kraliçesi”ni oynamak isterdim. Şan çalıştım ve koloratur sopranoyum. Gece Kraliçesi çok önemli bir koloratur soprano rolüdür. Bol ajiliteli, tizlerin ve ses kullanımının önemli olduğu bir operadır Sihirli Flüt. Konusu da fantastiktir. Gece Kraliçesi aslında kötü bir karakter! Masonik simgeler de olduğu söylenir Mozart’ın bu operasında. Gece Kraliçesi doğaüstü bir kadındır. Arada ortaya çıkar. İntikam yemini eder. Ve böyle çok tiz tonlarda gezinir aryaları (Örnek seslendirmeleri biz dinledik, siz kaçırdınız sevgili okurlar ☺) Tepelere çıkar ses. İlginç bir karakterdir. Ses olarak da çok çarpıcıdır. O yüzden isterdim oynamayı. Çok iyi canlandıran koloratur sopranolar var. Edda Moser, Alman soprano çok iyi söyler mesela. Edita Gruberova da çok iyidir. Türkiye’de de çok kereler sahnelendi. İzmir’de Aytül Büyüksaraç’tan dinlemiştim, çok güzeldi.
– Türk operasını dünya operasıyla karşılaştırdığımızda nerede?
Türkiye’de çok iyi sesler var. Hatta Avrupa’da dinlediklerinde hayranlık duyuyorlar. Ses olarak fazlamız var eksiğimiz yok. Devlet Opera Balesinin müdürü aynı zamanda, Murat Karahan, Arena di Verona’da defalarca bis yaptı. Ortalık inledi alkıştan. O kadar iyi seslerimiz var. Ama Türk Operası diyebilmek için üretim gerekiyor. İcracı, orkestra tamam ama eser olarak eksiğimiz var. Özgün ve evrensel standartta, dünyanın her tarafında sergilenebilecek eserler olması gerekiyor.
– Edebiyat dünyasının insanı olarak Türk Operasına uyarlanabilecek bir eser var mı kafanızda?
Birçok eser olabilir. Mesela besteci, piyanist Selman Ada’nın “Aşk-ı Memnu” gibi uyarlamaları çok başarılıdır. Hem Türk makamlarını kullanır hem evrensel standarttadır onun operaları. Böyle eserlerin, bestecilerin çoğalması lazım. Edebiyatçılar da libretto yazma konusunda özendirilmeli. Ahmet Ümit’in “Ninatta’nın Bileziği” romanı operaya uyarlandı biliyorsunuz. Librettosunu da kendisi yazdı. Bu örnekler çoğalsa evrensel standartlar da yakalanır ilerde. Anadolu tarihi ve kültürü çok zengin! Efsanelerimiz, fantastik ve korku kültürümüz de öyle. Yeter ki libretto yazmak istensin, malzeme çok.
– Opera salonu medeniyet göstergesidir denir. Ne gibi bir özelliği var?
Her salonda opera sahnelenemez. Opera salonu olması için bir kere orkestra çukuru bulunacak. Akustiği iyi olacak. Bir de dekorların saklanabileceği depoları, kostüm ve dekor yapılacak atölyeleri olması lazım. O yüzden her sahnede opera oynanamıyor. İstanbul’un bu nedenle sıkıntısı var. AKM kapandığından beri on iki yıldır sahne sıkıntısı yaşanıyor. Süreyya Sahnesi güzel ama çok küçük. Her eseri oynayamıyorsunuz orada. Seyirci kapasitesi de az. Dekorları koyacak deposu yok. Bir eseri bir hafta oynadın. Sonra başka eser geliyor. Eseri blok halinde oynatabiliyorlar. Umarım yeni AKM bir an önce biter.
– Özel tiyatrolar gibi özel operalar olamaz mı?
O biraz zor. Çünkü opera çok maliyetli, yüksek bütçeli bir sanat. Maliyeti karşılayacak kaç sponsor bulunabilir ki bu ekonomik krizde? Türkiye’de devlet desteği olmadan opera yapmak zor.
– Tür olarak opera dinlemek zor mu? Yeni başlayacaklar için neler önerirsiniz?
Türkiye’de opera sanatını sadece çok kültürlü kişilerin, aristokratların anlayabileceğine dair bir önyargı var. Aslında hiç alakası yok. Opera İtalya’da halk sanatı olarak doğmuştur. İnsanların bu yargıyı kırıp kendilerine şans vermeleri gerekiyor. Doğru eseri seçmek de önemli. İlk defa operaya giden bir insan çok da komplike, zor bir eser seçerse bunalabilir. Opera Buffa dediğimiz daha eğlenceli, komedi unsurları taşıyan eserler, opera dinlemeye yeni başlayanlar için ideal. Mesela Rossini’nin “Sevil Berberi” operası.
– Günümüz müzik piyasası müzisyenleri sıradanlaştırıyor mu? Serbest piyasa koşullarının kurbanı mı oluyorlar?
Evet, popüler müzik söz konusu olduğunda doğrudur. Tabii, klasik müzik biraz daha korunaklı bir alan burada Türkiye açısından, devlet himayesi, devlet operası, orkestrası, vs. olduğu için. Popüler anlamda şöyle bir anlayış var. Bir şey tuttuğu zaman, bir makam, bir form ya da bir tarz… Herkes risk almadan aynı tarzda bir şeyler üretmeye başlıyor. O da tekdüzeliğe yol açıyor. Tabii burada para kazanma kaygısı da var. Yapımcısı kazanmak istiyor, prodüktörü, plak şirketi. Dolayısıyla kimse riske girmiyor. Orijinal bir şey denemiyorlar. Satacağından emin oldukları şeyleri yapıyorlar. O da kaliteyi çok düşürüyor. Şarkıcıların sesleri bile neredeyse birbirine benziyor. Dinliyorsun akılda kalmıyor. Derinliği yok. Hâlbuki eskiden o kadar güzel şarkılar vardı ki, Melih Kibar-Çiğdem Talu şarkıları mesela…
– Hiç beste yapmayı düşündünüz mü?
Aslında bestelerim var, hâlâ da yapıyorum. Sözlerini de yazıyorum. Kim bilir belki ileride ortaya çıkarırım.
– Yeri gelmişken söz mü besteyi getirir, beste mi sözü?
Duruma göre değişir. Bazen insanın aklına bir ezgi geliyor hemen ona uygun bir söz bulmaya çalışıyorsun. Bazen de tam tersi…
– Besteci bestesini yaparken yorumcunun performans koşullarını dikkate alır mı?
Çoğunlukla hayır. Çünkü her besteyi söyleyebilecek yapıda ses bulunur. Operalarda da öyledir. Wagner operaları çok zordur. Hem çok uzun operalardır hem de volümlü ses ister, herkes söyleyemez, ama onu söyleyecek yapıda ses de bulunur.
– Bel canto gibi arya yorumlama teknikleri ile öykü-roman yazma teknikleri arasında bir paralellik kurulabilir mi? Veya müzik bilgisinin yazma yeteneğinize katkısı oluyor mu? Mesela çok sert şeyleri tüy gibi hafif yazmayı mümkün kılıyor mu?
Oluyor tabii. Bel canto, güzel şarkı söyleme, müziği insan sesiyle işleme sanatıdır. Tabii ki edebiyatla bağlantısı var. Aslında her müzik kavramının edebiyatta bir karşılığı var. Mesela bir öyküyü yazarsınız. Anlatırsınız. Sonra üzerinde çalışırsınız. İfadeleri biraz daha güzelleştirirsiniz, bazı şeyleri biraz daha vurgularsınız. İşte müzikteki nüanslar da ona benziyor. O nüansları öyküye eklersiniz. Bir de her müziğin edebiyatta hissettirdiği bir duygu var. Mesela korku edebiyatı Rock ve Metal Müziği etkilemiştir çoğunlukla. İki alan birbiriyle uyumlu çünkü.
– Yeni kitabın konusundan bahseder misiniz?
Yakın zamanda okurla buluşacak yeni romanım “Dolunay Ayini”, günümüzde geçmekle birlikte İstanbul’un Bizans öncesi Pagan dönemini de barındırıyor. Hayaletler, tanrılar, tanrıçalar, rüyalar önemli unsurlar olarak kitapta yer alıyor. Kadına şiddet, tecavüz gibi toplumsal konular da sızdı içine. Esas itibariyle doğaüstü bir kadın romanı diyebilirim. Tanrıça Hekate, “Dolunay Ayini”nde çok önemli bir figür. Hekate Anadolulu bir tanrıçadır. İstanbul tarihi için de önemlidir. Çünkü efsaneye göre İstanbul’u işgal edilmekten kurtarmıştır. Büyük İskender’in babası II. Philippos Byzantion’u işgal etmeye çalışıyor. Tünel kazdıracak. O sırada efsaneye göre Ay Tanrıçası Hekate etrafı aydınlatıyor, köpekleri ayaklandırıyor ve tüm kentin bu işgal planından haberdar olmasını sağlıyor. Böylece Makedonyalılar amacına ulaşamıyor. Benim romanımda başrol Hekate’de.
– Biraz müzik ağırlıklı gittik, edebiyatı atladık. Sevdiğiniz, illa okurum dediğiniz yazarlar?
Sevdiğim çok yazar var. Öncelik sırasına koymak gerekirse Kafka ile Stefan Zweig başta gelir. Howard Phillips Lovecraft, dönüp dönüp okuduğum bir yazardır. Edgar Allan Poe ve Shirley Jackson da öyle. Ursula K. Le Guin, J.R.R Tolkien ve Stephen King’i de çok severim. Türk yazarlar içinde de İhsan Oktay Anar’ın adını verebilirim
– Çok teşekkür ederiz.
Söyleyişi yapanlar: Canan Kuzuloğlu – Yurdagül Şahin