Adım Hasan. On bir yaşındayım. Hiç seslenmeyin boşuna… eğer sırtım dönükse duymam. Sadece dudaklarınızdan dökülen kelimeleri okuyabilirim. Küçüklüğümde yitirmişim sesleri. Ama renkleri çok severim. En çok da maviyi. O yüzden savaştan kaçıp buralara gelirken bindiğimiz tekne hiç korkutmadı beni. Deniz de mavi çünkü.
Ben yüzme bilmem. Anam, kardeşlerim de bilmez ama babam bilir. Benim babam dağ gibidir, kocaman. Yol boyunca ben, teknenin kenarına yaslanıp denizi seyretmek istedim ama anam beni ve kardeşlerimi sımsıkı sarmıştı kollarıyla kıpırdayamadım. Oysa karanlıkta da bile ben o engin maviliğin içinde yolculuk ettiğimizi biliyordum. Teknemiz beşik gibi öne arkaya sallanıp duruyordu. Kusanlar oldu, bayılanlar, anam ise hep ağladı. Ağladıkça daha sıkı sardı bizi. Bir de dudaklarından ardı arkası kesilmeyen yakarışlar dökülüyordu, en çok da: “Allahım çocuklarımı koru…” diyordu. Korkma dedim anneme, korkmasın istedim mavilikten. Hem babamdan sonra ben vardım onun yanında.
Bilinmeze giden yollar yalancı maviliklerle dalgalanan birer merdiven gibi yükseldi. Dört yandan uçurum olan bu merdiven bir tuzaktı. Bayat bir ekmek gibi ufalanan insanlık bu enginlikte kaybolacaktı.
Babam sessizdi. Suriye’den çıktığımızdan beri hiç oynatmadı dudaklarını. Gözleri konuştu bizimle. Anamla kardeşlerimi, buraya geldiğimiz hafta dayımla başka bir yere gönderdi. Ben de gidecektim ama babamı bırakamadım. Nasıl olsa burada çalışıp para kazanacağız ve biz de gideceğiz yanlarına. Çok sürmeyecek bu ayrılık.
Siz sevmediniz bizi. Geldiğim ilk gün anladım bunu. Biz sever miydik sizi bilmem? Ama buralara gelmeyi ben istemedim ki… Kalmak da istemiyorum. Evimi özlüyorum, okulumu… ama en çok da yatağımı. Yatağımı düşününce aklıma nenem geliyor, sonra da burnuma bir sürü koku… sıcak ekmek kokusu, yastığımın kokusu, nenemin masal anlatırken başımı okşadığı kınalı elinin kokusu.
Bir ormanda bütün ağaçlar teker teker köklerinden sökülüyor. Kendiliğinden. Öyle seyrediyor köy sakinleri… Aralarında ağaçlara sarılıp kökleri yerine yerleştirmeye çalışanlar da var. Öyle nafile bir çaba ki… Çok azlar zaten. Onların da çoğu devrilen ağaçların altında kalıyor.
Biz buraya geldiğimiz günden beri bir orada bir burada uyuduk. Daha çok da sokakta, bir geçidin altında, bir duvar dibinde. Yazken iyiydi sokakta uyumak ama şimdi kış, kar yağacak neredeyse. Çok üşüyorum bir türlü ısınamıyorum. Bir gece sokakta yine böyle titrerken bulmuştum Dost’u. Köpeğim o benim. Ona sarılıp uyumuştum da, hiç titrememiştim. Şimdi kâğıt toplarken hiç ayrılmıyor yanımdan. Evet kâğıt topluyorum, babamla birlikte. Çöp kutularını karıştırırken neler neler buluyorum bilseniz? İnsanların nasıl vazgeçebildiklerine inanamadığım şeyler. Mesela bir deniz kabuğu buldum, kocaman. Babam, kulağa dayadığında denizin sesi gelir içinden dedi, keşke duyabilseydim. Ben de iki elimin içine alıyorum ve gözlerimi kapatıyorum, sonra hafif hafif okşuyorum, o zaman her yer deniz oluyor.
Kötü kokusu olmasa eğlenceli bile derim yaptığım işe. Bu işi babama bir arkadaşı buldu. O bizden önce gelmiş ülkenize, daha çok şey biliyor. O da para biriktiriyor ama gidecek ne yeri ne de kimsesi yokmuş, burada kalacak. Biz gidicez.
Babamın yüzü sıcak bir yer bulduğumuzdan beri gülüyordu. Büyük bir kutu bu. Hani şu büyük gemilere yüklenenlerden. Kapısı bile var. Biraz daha sıcak ve uyurken ıslanmıyoruz. İşte babam bu yüzden çok mutluydu ama bu öğlen koşarak yanıma geldiğinde ellerini gördüm, sımsıkı birer yumruk olmuşlardı, üstleri yare bere içindeydi, kanlıydı. Kâğıt toplayan başkaları varmış. Sizden birileri. Onlar da başka başka şehirlerden kâğıt toplamak için geliyorlarmış. Burası onların yeriymiş. Bizi istemiyorlarmış. Kavga etmişler. Babam kocaman benim. Dövüşmüş vermemiş arabasını. Omuzlarımdan tuttu dudaklarını okumam içim yavaş yavaş anlattı. “Fazla uzaklaşma, dikkatli ol.” dedi. Korkmamasını söyledim, nasıl olsa Dost vardı yanımda. Sonra, ne zaman gidicez dedim, az kalmış öyle söyledi.
Gölgeler dolaşıyor tekinsiz. İnsan ikiden ibaretse, iyi ve kötü… işte bu kötüler ele geçirmiş dünyayı. İyiler ise gözlerini ve kulaklarını buruşmuş elleriyle kapatmış ancak seyretmekte.
Aslında ben o gün çok mutluydum. Çöpten bir mavi kalem bulmuştum. Kâğıtların boşluklarını kopardım, kendime defter yaptım. Akşam iş dönüşü kutumuza girince açlığımı unuttum. Hemen oturup mavi kalemimle deniz çizdim. İçinde bir liman, onun içinde de bir gemi, gemide iki yolcu; babamla ben.
O gece çok titredim. Kalemi bile tutamadı ellerim. Küçük bir elektrikli sobamız var. Afgan abi getirdi. Burada ben, babam, o ve kardeşi birlikte kalıyoruz. Çevremizde bu kutulardan bir kaç tane daha var. Çok gerekmedikçe açmıyorlar sobayı. Ben resmimi çizerken çok üşümüştüm. Onlar başlarına kadar örtünmüş uyuyorlardı. Hepsi. Babam bile. Yaktım. Azıcık parmaklarımı ısıtmak istedim. Çünkü resmim hâlâ bitmemişti. Bitsin başımın ucuna asacağım. Soba çok sıcaktı. Çok tatlı bir sıcaklık yayıldı içime. Uzun zamandır evimde gibi hissetmemiştim. Çok güzeldi.
Çocuklar mutlu rüyalar gördü. Bilmediğini göremez ki insan yavrusu. Şimdilik umut var onların rüyalarında. Her ne kadar çocuk da olsa, küçümsemek mümkün mü bu rüyaları!
Şimdi artık üşümüyorum. Hem de hiç. Kalktım, baktım üstümdeki elbiseler değişmiş. Tertemiz, bembeyaz giyinmişim. Tıpkı bayram günü gibi. Babam da öyle giyinmiş. Tıraş bile olmuş. Hem kocaman hem çok yakışıklı. Gemiye binmişiz. Artık susmuyor, hiç durmadan konuşuyor. O kadar mutluyum ki, dudaklarını okumayı bırakıyorum. Anlattıkları güzel şeyler biliyorum. Elimden tutuyor, denizi izliyoruz. Dalgaların içinden alevler yükseliyor. Alevler bize kadar geliyor, babam elimi daha sıkı tutuyor, dudaklarına bakıyorum, korkma diyor, korkma geçti.
Uzaklardan Dost’un ulumalarını duyuyorum, bırakıp gittiğim için ağlıyor olmalı. O zaman anlıyorum bu bir rüya olmalı. Yoksa ben nasıl duyarım?