Gecenin sabaha erişmeye hazırlandığı şu saatlerde Taksim’den havaalanına giden servis otobüsündeyim. Camdan büyük bir merakla etrafı izliyorum. Çok uzağımda akıp giden bambaşka yaşamlara şahitlik etmek öyle ilginç ki.
Tarlabaşı bulvarında Şişhane’ye doğru yürüyen iki adamdan daha genç ve zayıf olanı, kel ve şişman olana heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor. Ara sıra da şımarık bir genç kız edasıyla yanındakinin göğsüne şakadan yumruklar atıp gülüyor ve kırıtarak yürümesine devam ediyor. Akan trafikte onlar geride kalırken, bu kez peşinde üç tane terütaze genç kızla yürüyen bıçkın bir delikanlıya ilişiyor gözüm. Kızların üçü de birbirinden canlı, göz alıcı renklerde süper mini etekler, bir örnek siyah file çoraplar giymişler ve çok ağır makyajlar yapmışlar. Bu halleriyle çok daha büyük gösterseler de, en fazla yirmi yaşlarında olmalılar. Her an düşüverecekmiş gibi yürüdükleri o bilmem kaç punto yükseklikteki ayakkabılarıyla, durumun ne kadar da acemisi oldukları öyle belli ki.
O sırada çalan telefonum, bir sinema filmi gibi izlediğim dünyadan gerçek dünyama döndürüyor beni. Arayan annem. Endişeli bir sesle, servise binip binemediğimi soruyor.
“Bindim bindim. Merak etme.”
“İyi, çok sevindim. Aman kızım dünyanın bin türlü hali var. Varınca da ara e mi?”
” Anne sen de gereksiz telaşe yapmasan olmaz. Ne olabilir ki? “
“ Sen de anne olunca anlayacaksın beni.”
“Tamam anne tamam, varınca da ararım. Ama uyusan keşke. Her yolculuğumda sen hep alarm halinde, uykusuz, endişeli. Olmuyor ama böyle. Benim hiç içime sinmiyor.”
” Uyku tutmaz beni kızım, biliyorsun. Hele bu başka yolculuklarına da benzemiyor. Ah bir evlenip kalmadın ya burada. Neyse, sırası değil şimdi. Ara sen varınca. Ben beklerim.”
Şu an onun çocukluğumdan bu yana beni bezdiren üstelemelerine, gereksiz endişeli ve takıntılı hallerine uzun uzadıya katlanacak halim yok. Babamı kaybedeli, benim üstüme daha bir düştü. O yüzden de her zamanki yöntemimi kullanıp kısa kesiyor “Peki.” diyorum. Keyfimi bozmaya hiç niyetim yok. Çünkü uzun zamandır rüyalarımı süsleyen canım Mardin’e gidiyorum. Baba memleketime. Her ne kadar babam üç aylık bebekken ailecek varı yoğu satıp İstanbul’a göçmüşlerse de, baba toprağım orası. Geçen yıl turla gezmeye gittiğimde aşık oldum Mardin’e. Bir yıl boyunca düşünüp taşındım ve sonunda temelli gitmeye, yerleşmeye karar verdim. Delilik gibi geliyor herkese. Değil. Yaşayacağım evi internetten bulup kiraladım. Eşyalı, hazır. Beni bekliyor. Nohut oda bakla sofa. Olsun. Bana yeter de artar bile. Bavulumu günler öncesinden hazırlamaya başladım. Başucuna gıcır gıcır rugan ayakkabılarını koyup, bayram sabahına uyanacağı bir uykuya yatan küçük kız çocuğu kadar heyecanlıyım. İçim kıpır kıpır. İş yerimde eşyalarımı toplarken yanıma gelen arkadaşlarım duyduklarına inanamadıklarını söylediler. Gerçekten Mardin’e tayinimi ben mi istemiştim? Gerçekten de bundan sonra orada yaşayabilmek için mi terk ediyordum her şeyi? Ne yapacak, nasıl yaşayacaktım? İyi düşünmüş müydüm? Hepsine kocaman bir gülümseme ile karşılık verdim. Sadece “Evet.” dedim.
“Asıl siz bu cehennemde nasıl yaşıyorsunuz? Haydi şimdiye kadar yaşadınız, hala nasıl yaşamaya devam ediyorsunuz?” diyesim geldi. Demedim. Sadece gülümsedim.
“Siz sabahın köründe egzoz kokulu caddelerde, iğne atsan yere düşmeyecek otobüslerde, metroda onca gürültü patırtının içinde kelle koltukta işe gideceğim diye çabalarken, ben mis gibi tertemiz bir havada, şahane bir sabaha gözlerimi yeni açıyor olacağım. Çünkü iş yerime yürüyerek beş dakikada varacağım. Yıl boyu köle gibi çalışıp, sonra diğerlerinden aşağı kalmamak için zar zor kazandıklarımı saçma sapan yerlerde harcamak yerine, keyfim o anda ne isterse onu yapıyor olacağım. Belki de sınırlı vakitte beni ziyarete gelen sizlere o büyülü sokakları gezdiriyor, birer kadeh Süryani şarabı eşliğinde sohbet ediyor olabilirim o an kim bilir. Birkaç günün sonunda sizler her anın tadı damağınızda kalmış, ayaklarınız geri geri giderek o keşmekeşe dönerken, ben abbaralardan(*) geçip, Mezopotamya’yı dev ve muhteşem bir halı gibi ayaklarımın altına seren çay bahçesinde keyifle demli çayımı yudumluyor olacağım.” demek de isterdim. Ama demedim. Sadece içimden geçirdim. Düşünüyorum, düşündükçe içimde mis gibi kokan katmerli güller açıyor. Sarı taşlarının arasından sıcağının buğusu, sokak üstü fırınlarından yeni pişmiş mis gibi kliçe (**) kokuları yükselen, kendi güzel, insanı güzel canım Mardin. Benim büyülü şehrim. Bekle geliyorum.
Servis köprüden geçiyor. Avrupa yakasından Asya yakasına kim bilir kaç yüzüncü geçişim bu. Mücevher bir gerdanlık gibi ışıldayan boğaz semtlerine son bir kez ve her seferinde olduğu gibi sanki ilk defa görüyormuşçasına büyük bir keyifle bakıyorum. Bundan böyle boğaza çok benzeyen, göz alabildiğince büyük bir ovaya, başka bir gerdanlığa aynı keyifle bakacağım artık.
İstanbul’u geride bırakıp giderken, ardımda kalanların neler olduğunu düşünüyorum. Acılarım mı? Küçüklü büyüklü mutluluklarım mı? Unutmak istediklerim ama bir türlü aklımdan çıkmayanlar mı? Gerçekleşmeyen hayallerim mi? Karşılaştığım onca nankörlük mü? En önemlisi bu şehre olan aşkımdı. Ondan bile vazgeçtim gidiyorum işte. Terk etmekte olduğum, ortasından deniz geçen bu efsunlu şehir; buram buram tarih kokan ara sokakları ve dantel gibi işlenmiş ahşap yalılarıyla, bacasından simsiyah dumanı tüten şehir hatları vapurlarıyla, yüzlerce yıl önceki yaşanmışlıklara şahitlik eden ve altından geçerken tekrar tekrar büyülendiğim su kemerleriyle, baharda içimi coşturan sapsarı mimozaları, dalları mora kesmiş erguvan ağaçlarıyla, ayaküstü büyük keyifle yediğim balık-ekmeğiyle, her detayıyla ayrılmaz bir parçam gibiydi şimdiye dek. Bu şehir ki, üzüldüğümde serin meltemiyle başımı çok okşamıştır. Ya da keyifli olduğum anda kahkahalarıma kıyıya vuran dalgalarının sesiyle eşlik etmiştir. İlk kez bir erkekle öpüştüğüm köşe başı, yıllar sonra önünden geçerken bana çaktırmadan göz kırpıvermiştir. Ambulansla babamı hastaneye yetiştirmeye çalışırken gözlerimden yuvarlanan yaşlara, aniden bastıran yağmuruyla teselli vermiştir. Ama anladım ki artık İstanbul bana yar olmuyor. Beni tanımazdan gelip, yalnız, mutsuz ve çaresiz hissettiriyor. Demek ki vakit, gerçekten de buralardan gitme vaktidir. Hayatın ve İstanbul’un bir değirmen gibi insanı öğüten taşlarının arasında ezilmekten usandım artık. Karar vermekle kalmayıp, yola çıkmış olmanın da büyük keyfiyle iyice yayılıyorum koltuğuma.
Geçen yıl, bir fuarda açılan iş yurtlarının Midyat cezaevi standından aldığım Süryani nazarlığı gümüş kolyem boynumda. Şöyle bir dokunup okşuyorum iki delikli mavi taşını. Altında sallanan 3 minik gümüş kalbi sırasıyla yokluyor parmaklarım. Oradalar, şıkır şıkır. Gülümsüyorum.