Çıkardığı hırıltılı seslerle sıçrayarak uyandı. Kalp atışları hızlanmış, mavi pijamasının yakası, göğsü terden koyulaşmıştı. Yüzünü, başını elleriyle yoklarken duyduğu hisle irkildi, hâlâ rüyanın etkisindeydi. Beyaz fayanslar parlak, ışık gözbebeklerine batıyor. Çığlıklar… Kulaklarını kapatıyor, çığlıklar beyninde. Aydınlık karanlığa, beyaz fayanslar kanlı el lekelerine dönüşüyor. Klozet kırık, dışkı dolu, dışkılardan fare çıkıyor, sidik, kan, ayak parmaklarını yalıyorlar, bacaklarından tırmanıyorlar, boğazına, yüzüne. Kapı, kapı yok, dört duvar. Burnunu kemiriyorlar, acı duymuyor. Başındalar, kuyruklarıyla tüm deliklerini tıkıyorlar, fayanslar üzerine geliyor, mekân daralıyor. Genç bir kadın ve küçük bir çocuk yavaş yavaş beliriyor. Duvar onları sıkıştırıyor, ezilecekler, duvarı açmak istiyor, elleri, kolları, bedeni yok, gözleri kalmış. Yorganın üstündeki elleriyle avuçladığı nevresim parmakları arasında buruştukça buruşuyor, vücudu titriyordu. Sakinleşinceye kadar bir süre gözleri tavana dikili yattı. Kalkmak istedi; gövdesi külçe gibiydi, yatağın kenarına oturdu. Tuvalet masasının üzerindeki kararmış gümüş çerçeveden kendisine bakan, bir aydır İzmir’de hasta kızının yanındaki karısına, içine kaçmış sesiyle “Neriman, bitecek bunlar, sana söyledim bitecek, ben halledeceğim, göreceksin bak” dedi.
Mutfakta çaydanlığın altını kısık yaktı, kapıdan kapıcının Migros torbasına bıraktığı gazete ve ekmeğini aldı. Duşunu yaptı, tıraşını oldu. Lacivert eşofmanının yerine emekli olduğunda sakladığı üniformasının pantolonunu, gömleğini giydi, bağladığı siyah kravatının üçgenini iki yakasının arasına iyice oturttu. Ceketini dilsiz uşağa dikkatlice astı. Kahvaltısını hazırladığı sırada telefon çaldı.
“Fikret, günaydın.”
“Günaydın günaydın.”
“Sesin niye öyle? Hasta mısın, neyin var?”
“Yo iyiyim, bi şey yok, yok!”
“Merak ettim, dün de konuşamadık. Seyahat işi ne oldu, arkadaşların geldi mi, ne zaman gidiyorsun?”
“Geleceklerdi gelmediler, ama gelecekler kesin gelecekler, gelmeliler, beraber gideceğiz.”
“Fikret gerçekten iyi misin, iyi uyudun mu? Bak Gülce’ye aklını takıp sakın üzme kendini, sana da bir şey olacak diye ödüm kopuyor.”
“İyiyim, iyiyim hiç bi şey yok, yok, olmaz, olmaz neden olsun ki, Gülce’ye de olmaz, olmayacak. Sen orada ol, onun yanında, yanında kal. Hiç kimseye bi şey olmayacak, ol-ma-ya-cak.”
“Allah büyük Fikret olmayacak tabii, on gün sonra ameliyatı bir atlatalım her şey yoluna girecek… Onlar şimdi karı koca doktora gidiyorlar. Sonra gene ararım. Emir’in servisi gelecek.”
“Tamam tamam.”
“Fikret bak, gene söylüyorum kendine iyi bak, aklım sen de kalmasın.”
“Kalmasın, kalmasın.”
“Hay Allah, niye yalnız kalmak istedin ki. Sana da bir yer bulunurdu ev küçük müçük ama. Neyse belki bu seyahat daha iyi gelir sana.”
“Hadi hadi kapat. Servis gelecek, gelir şimdi.”
Kahvaltıda bir iki lokma bir şeyler atıştırabildi. İki bardak koyu çaydan sonra tansiyon ilacını, vitaminlerini içti. Odasına gitti. Yatağını her zamanki gibi özenle topladı. Lacivert eşofmanlarını katlayıp kirli sepetine kaldırdı. Gidecek olursa arkasında dağınıklık kalmamalıydı. Hazırladığı küçük valize baktı. Her şey tamamdı, ilaçlarını da valizin fermuarlı ön gözüne yerleştirdi. Artık hazırdı. O mektubu yazıp postaladıktan sonra her sabah bu ritüeli tekrar ediyordu.
Dışarıda gri bir gökyüzü vardı. Gökyüzündeki bulutlar, kuru dalların üstünde tek tük kalmış soluk sarı yapraklar, hareketsizdi. Pencerenin önündeki havı parlamış ceviz yeşili kadife koltuğa oturdu. Gazetenin bol resimli ilk sayfadaki başlıklarına göz gezdirdiyse de gerisini getiremedi, koltuğun yanındaki gazetelikte hiç okunmadan birikmiş diğerlerinin üstüne koydu. Duvardaki çalar saat onu vurdu. Gözleri akrebin üzerinden ağır ağır geçen yelkovana takıldı. Yelkovanın beş gündür hiç acelesi yoktu. Elinde olsa akrebin üzerinde kıpırdamadan kalabilirdi. Odanın içinde, koltuğun ahşap kollarında parmaklarıyla tuttuğu temponun rutin sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu. Düşünceleri de gözleri gibi sabitlenmişti. “Bir… iki… üç… dört… beş… Gelecekler, yazdım onlara. Emniyet Müdürlüğü’ne dedim. Ben emekli Albay Fikret Ergene dedim. Şerefli, namuslu, vatanperver bir subayım dedim. Bir… iki… üç… dört… beş… Gelmeliler. Hep anarşistlerin yüzünden oldu, ne olduysa onlar yaptı. Onlar bölmek istediler, ben izin vermedim, vermem dedim. Ama o olay, o olay, benim kabahatim yoktu ama oldu bir kere, dedim. Bir… iki… üç… dört … beş… Bitmeli bu iş. Bir… iki.. üç. dört beş. Hepsini yazdım onlara. Zarfa da koydum, adresi de yazdım büyük harflerle, postaneye kendim verdim. Gelmeliler, gelecekler. Elleri kulaklarındadır. Niye gelmesinler ki, söyledim onlara, her şeyi söyledim, söyledim.”
Dışarıda bir klakson sesi duydu. Heyecanlandı, kalktı, perdenin arkasından sokağa baktı. Beyaz arabayı gördü. “Evet geldiler, geldiler işte” diye telaşla yatak odasına gitti, ceketini giydi, küçük valizini portmantonun yanına koydu. Gözünü sokak kapısının dürbününe dayadı, loş sahanlıkta sessizlik hâkimdi. Karşıdaki dairenin kapısı açıldı. Sakallı, bıyıklı, siyah çerçeveli gözlüklü bir genç, yanında da yeşil montlu bir kızla birlikte çıktı. Gencin elinde bir çanta vardı. “Bunlar da kim, kim, yeni bunlar, daha önce görmedim. Görmedim tabii. Giren çıkan, belli değil, hiç değil. Bunlar yüzünden değil mi her şey, kim bilir gene ne planlıyorlardır. Oğlana bak saçlı sakallı, yüzünde meymenet yok, yok. Kızı da kurye olarak kullanıyorlardır. Tekinsiz bunlar tekinsiz, söylüyorum apartmanda genç olmaz, hele bunlar gibi. Neler çektik, sağcısından, solcusundan, kim bilir bunlar necidir? Oğlanın elindeki o uzun kahverengi bavul da değil, neydi, sakın silah olmasın? Hücre evi burası, hücre yapacaklar dedim, gençlere vermeyin dedim, bak oldu işte. Gelsinler bunları da ihbar ederim, yakalarlar. Albay Fikret’in gözünden kaçmaz. Şıp diye anlar. Hele gelsinler, ee nerde kaldılar, niye gelmediler, sadece kapı numarası vermedim, dördüncü kat da dedim. Nerdeler? Biliyorum gördüklerim onlardı. Kapının önünde duran araba onlarındı, yanılmış olamam.”
Nefesini tutarak bir süre bekledi. Yukarı katta bir kapı kapandı. Bir kedi merdivenlerden salınarak indi. Dayanamadı, kapıyı yavaşça açtı, ahşap tırabzanlara tutunup loş ışığın altında spiral şeklinde dönen merdivenlerden aşağıya baktı, kimse yoktu. Apartmana sinmiş rutubet kokusunu duyumsadı. Kapıyı kapatıp içeriye girdi. Pencereden dışarı baktı. Beyaz arabayı göremedi. “Demin buradaydı, buradaydı gördüm, kuş olup uçmadı ya” diyerek tüm sokağı kısık gözlerle taradı. Çıkmaz sokakta tek yönlü park etmiş arabalardan başka hiçbir araç yoktu. Omuzları düştü, kendini koltuğa bıraktı. “Bugün de gelmediler işte… Yok, yok gelecekler, gün bitmedi, hem bugün gelmeseler yarın, öbür gün gelecekler, on güne kadar mutlaka gelmeliler gel-me-li-ler.” Kendi kendine söylenirken koltukta bir ileri bir geri sallanıyordu. “Mektup ellerine geçmiştir. Ben kendim postaya verdim. İki günde gitse, bugün beşinci gün… Şimdiye kadar gelmeliydiler. Gelecekler, geldiklerinde mektubu yazan benim, diyeceğim. Kızımı benden alacaklar, onu düşmanlara kurban etmek istemiyorum, her gece rüyama, evet rüyama giriyorlar. Kızım vermeyeceğim, veremem, o benim bir tane evladım. Biliyorum, kızımdan sonra sıra torunuma da gelecek. Bana savaş açtılar. Ben, şerefli, namuslu bir insanım. Vazifemi yaptım, vatanını seven herkes gibi… Neriman, Neriman hep sordu, hakkımı helal etmem dedi, yanlış yapmadım. Onlar düşman, bak şimdi de var, hiç bitmedi, hep var, belki de karşıda oturanlar da… Kızımı vermeyeceğim… Beni alın, onların derdi benimle… Erdal Gökyiğit’i ben öldürdüm, öldürdüm… Söylemedi, kimden emir aldığını söylemedi, söyleseydi böyle olmazdı. Bunlar böyle, Allah’ı yok bunların. Ne Allah’tan ne kuldan korkarlar. Falakaya bana mısın demedi bile. Ayaklarının altı şişti, yara oldu, gene topalladı, yüzüme baka baka dişlerini sıka sıka gene basmaya çalıştı. Benden günah gitti dedim. Elektriği yiyince çığlığı fayanslarda aksiseda yaptı. Hah oldu işte dedim, tava geldi söyleyecek dedim ama boynunda damarları patlayacakmış gibi şişti, ağzında dişleri kenetlendi sonra ne bir çığlık ne bir kelime çıktı. İnadı bırak dedim, söyle işte dedim, söyle, bırakacağım dedim. Gözümün içine baktı hep sustu, hep. Konuşsaydı, konuşmadı. En son gün o lağımların olduğu yerde, boklar içinde yatarken. Nerden bileyim öyle olacağını? Beline tekmeyi attığımda yattığı yerde zıpladı tekrar yere düştü. Doğruldu. Yüzü gözü, ağzı, pislik içindeydi. Baktı bana ‘Eğil’ dedi, ‘söyleyeceğim.’ Eğildim ağzındakileri suratıma tükürdü. Benim, Albay Fikret Ergene’nin suratına tükürdü. ‘Senin de çocuğun var itin dölü’ dedi bana, ‘Unutma çocuğun var, hesabını vereceksin’ dedi. Sen kimsin, kime ne diyorsun, sen kendini adamdan mı sanıyorsun dedim, tekme atarken, sen insan mısın, dedim. Ne bileyim onca şeye dayandı, bir tekmeme dayanamadı kof çıktı, en son yerde kıvranırken kan kustu sonra da bir daha hareket etmedi… Onu ben öldürdüm, evet ben öldürdüm, ama o istedi. Biliyorum şimdi savaş açtılar bana onlar, hep rüyama giriyorlar, kızımı alacaklar. Yapamam, benim biricik kızım. Götürün beni, bitsin, götürün, gelin artık götürün, nerde kaldınız gelin.”