Adana gündüzünün arkasında bıraktığı bürkülü cehennem sıcağı geceye karışıp Pamukova’nın üstüne abanmıştı. Geceyi serinletecek en ufak bir yaprak kımıltısı yoktu havada. Ovaya dağılmış mevsimlik işçi barakaları, içindeki yorgun sakinleriyle beraber sabaha uyanamayacak denli derin bir uykuya bayılmışlardı. Şeffaf, lacivert, siyah renkli naylon barakalardan sadece birinin aralık kapısından karanlığa zayıf bir ışık huzmesi sızıyordu. Mardinli Berdan uyumamıştı. Saat gecenin ortalarına geliyordu belki de. Berdan’ın gözlerine uykuyu haram kılan mevsim normallerinin üstünde seyreden cehennem sıcakları değil, toprak ağasının biricik kızı Dilber’in yüreğine düşürdüğü aşk ateşiydi.

 

Kızın, tarlalarında çalışanlara aylıklarını dağıtırken bir tomar paranın arasında avcuna sıkıştırdığı mektubu döne döne okudu durdu. İki aydan bu yana tutkulu bakışlarla birbirlerine anlattıkları duyguları ilk söze döken Dilber olmuştu. Bu gece sevmediği birine sözlenmek istemediğini ve beraber kaçmaları için Berdan’ı bekleyeceğini yazmıştı mektubunda.

 

Berdan ilk önce hiçbir şey düşünmeden hazırlanmaya başladı. Barakanın bir köşesindeki toprak zemin üstüne attığı paslı demir tenekenin etrafına iki kova su getirdi. Nemden ve terden ıslanıp bedenine yapışmış kıyafetlerini çıkarıp bir güzel yıkandı. Barakanın ahşap çerçevesine tutturduğu avuç içi büyüklüğündeki aynanın karşısına geçip sert siyah kıllı sakallarını tıraş etti. Uçları dudağının kenarından aşağı doğru uzayan bıyıklarını makasla düzelttikten sonra geniş alnına dökülen ıslak saçlarını kemik cep tarağıyla arkaya doğru şekillendirdi. Çekik sürmeli gözlerine sevecen bir anlam katan karakaşlarından birini kaldırıp aynaya çekimser bir bakış attı. Kulübenin duvarına bitişik eski bir şilteden oluşan yer yatağının üstündeki kot pantolonunu giyinip beyaz, sıfır yaka bir tişörtle üstünü tamamladı. Dilber’i tanıdıktan sonra aldığı nergis kolonyasından da sürünüp yarı-açık kapıya doğru iki adım attı. Aniden bir uçurum başına gelmiş at gibi ayaklarını çiftleyip barakanın ortasında çakılı kaldı. Dilber’in mektubuyla birlikte pantolonun cebine koyduğu aylığını çıkarttı. Paraları elinde yelpaze yapıp gözden geçirdi. Bu parayla ne yapılabilirdi ki? Mardin’de bıraktığı iki yaşlı, ahraz anne babasına durumu nasıl izah edebilirdi, kıt-kanaat geçinen ailesine bir boğazı da nasıl ortak edebilirdi? Veya Dilber’i kendi sefaletine nasıl sürükleyebilirdi? Ateşi belki de birkaç gün içinde sönüp bitecek mevsimlik bir aşk için tüm bunları göze almaya değer miydi? Bu birliktelik bir saadet vaat ediyor muydu yoksa tam tersi mi? Zengin kızla fakir oğlanın mutlu sonu dizilerde, filmlerde yaşanmıyor muydu sadece? Ya da ucuz aşk romanlarında… Ayrıca kızın babasının Pamukova’da bir ağırlığı, bir saygınlığı vardı ve yapacakları en ufak bir yanlış hayatlarına mal olabilirdi. Aklından geçenler Berdan’ın cesaretini tümüyle darmaduman etti. Hemen yakınındaki tabureyi altına çekip ahşap masanın başına oturdu. Kırılan cesaretini onaracak bir şeyler olmalı diye düşündüğü sırada gözü, masa üstündeki gazeteye sarılı rakı şişesine takıldı. Kapı komşusu olan ırgatbaşı Şemsi dayı getirmişti. Bir akşam oturup içeceklerdi ama Şemsi dayı annesinin rahatsızlığı üzerine memlekete dönünce rakı da günlerdir masada bekliyordu. Berdan, şişeyi kâğıdından sıyırıp gazeteyi masanın üstüne serdi. Elinin altındaki dolu sürahiye yanaşmış su bardağını alıp yarısından çoğuna rakı, azına da su koydu. Sütlenmiş bardağı tek seferde kafasına dikti. Yarım saat içinde şişenin dibini görene dek içti de içti. Aslan sütünün seviyesi midesinde yükseldikçe dizlerinin bağı çözüldü, ayakları yerden kesildi, baraka içindeki birkaç parça eski eşyasıyla birlikte ters döndü sanki. Gözleri çift görmeyi boşver, önündeki gazete sayfasında bikinisiyle boy gösteren yabancı mankeni Dilber olarak seyretmeye başladı. Manken kız, ilk önce bronz tenine çok yakışan sarı bikinisinin üstüne beyaz-keten bir elbise giydi. Rüzgâra kapılmış gibi yüzüne savrulan sarı saçlarını toplayıp ensesinde atkuyruğu yaptı. Bir çift mavi kelebek gibi yüzünde kanat çırpan gözlerle Berdan’a öyle davetkâr baktı ki kollarını yana açıp küçük masaya sarıldı. Kollarının kucakladığı boşluğu tümüyle içinde hissetti o an. Çaresizliğini meze yaptığı rakı şişedeki masumiyetini kaybetmiş, katı sandığı yüreğini ipince yufkaya çevirmişti. Her şeye ağlamak istiyordu şimdi. Ovanın sıcaktan baygın gecelerine beyaz çarşaf gibi gerilmiş pamuk tarlalarından gelen cırcır böceklerinin carlamaları bile gönlünün bam telini titretmeye yetmişti. Vücudunun üst kısmıyla devrildiği masada kapanan göz kapakları acı biber üstüne kapanıyormuş gibi gözlerini yakıyor, akan yaşlar burnunun ucunda birleşip gazetedeki manken kızın yüzüne damlıyordu.

 

Gece sabaha doğru muydu bilinmez Berdan paslı kapı menteşesinin gıcırtısıyla irkilip kafasını ağır ağır kaldırdı. Gözlerine inanamayarak “Bu bir rüya” dedi kendi kendine. Ellerini masaya dayayıp ayağa kalkmaya çalıştı, yapamadı. Sendeleyip düşecekti ki Dilber onu yakalayıp dermansız kolunu boynundan aşırdı. Berdan’ın kolunun altından başını doğrultup yüzüne bakan kız “Kaçıyoruz” dedi nefes nefese. Berdan’ın sarhoş bacakları ikide bir Dilber’in ayaklarına basa basa, ağanın akşamları tarla kenarına bıraktığı turuncu kasalı traktöre doğru yürüdüler. Traktörle aralarındaki su arkı Berdan’ın gözünde büyüyüp deryalara dönüşünce Hazreti Musa’nın mübarek asasını anımsar gibi oldu. Tanrı’nın bile bu dünyadayken cehennem sıcağıyla cezalandırdığı bu ovada bu fakir insanların yanında kendisi yoktu ki Peygamberi neden olsundu diye düşünmeden edemedi.

 

O sırada Dilber, Berdan’ın gözünde büyüyüp Derya’ya dönüşen su arkını bacaklarının arasına alıp onu kolundan kavradığı gibi arkın öteki tarafına geçirdi. Berdan, kızın cesaretinin ağırlığı altında ezile ezile traktöre bindi. Pamukova’nın sıcak bir eylül gecesinde çukurlu toprak yolların tozunu karanlığa savurarak sabaha doğru ilerleyen turuncu traktör nereye giderse gitsin dönüp dolaşıp geleceği yer Pamukova’ydı yine de. Sabaha varmak için uyanmak gerekmez miydi?