Raylı ve paslı demir kapının, izin verdiği aralıktan geniş ve bomboş bir bahçeye girdiler. Sessizliğin tenhalığında dinlenmeye çekilmiş yaşlı bir bahçeydi incelediği. Yürüdüler, bir büyük kapıdan daha geçip, müdür odası yazan odaya geçen babasını koridordaki bankta bekledi. Kulağına gelen çoğul sesler, gürültünün kalabalığında yitiyordu. Elinde küçük bir not kağıdıyla geldi, tere bulanmış elini tekrar tuttu babası. Üst kata çıkan, çamur lekeli, betonu yer yer kırık merdivenlerden bir bir çıkmaya başladılar. Gitmiyor, babası çekiyordu, farkındaydı.  Adımları kalbinin ritmiyle ters orantılı oluşunu imliyordu hatta.  Galiba geç kalınmış okulun ilk günü heyecanı olsa gerek. Ve durdu. Küçücük olsa da bedeni, bu heyecanla bu korkuyla taşıyamazdı bu kürdan bacaklar. Eğildi babası her zamanki gibi  gözlerine kondurdu buselerini, arkasından okşayan sesi “Korkma kızım. Çok seveceksin burayı!”

 Babasının bu cümleyi en son söylediği günü hatırlayınca, umutsuzluğa uzanan kapıları çoktan aralanmıştı bile. Çünkü hiç sevmemişti babasının “çok seveceksin” dediği yeri. Beyaz tenini yakıp kavuran güneşi de, minik tırnaklarına batan pamuk kozalaklarını da. Arıları aratmayan kocaman sivrisinekler yüzünden tüm gece uyuyamayıp, seher vaktinin o nemli serinliğinde uyanıp, tarlaya gitmeyi de sevmemişti. Günlerce ya ekmek salça ya da bulgur pilavı yemeyi de sevmemişti. Oysa sanmıştı ki renk renk çiçeklerin olduğu bahçelerde arkadaşlarıyla oyun oynayacak, çeşmeden buz gibi su içip, serin ama kuru yataklarda yatacaktı. Zihnini bulandıran düşüncelerden sıyrıldığında merdivenin başına geldiklerini fark etti anca. Rengi kaçmış, yer yer çatlamış tahta kapıyı tıkladı babası. “ah keşke çalmasaydın kapıyı baba. Ya da hiç gelmeseydik.” diye düşündü. Gözlerindeki birbirini dürtükleyen korku bulutları ağırlıklarını, güneşte yanan nasırlı yanaklara hoyratça bıraktı. 

Oysaki annesi hep “Benim güçlü kızım”demez miydi?

“Hayır değilim anne. İncindiklerinin yanına benim güçsüzlüğüm de eklensin istemedim sadece. Yıkanırken su sıcak dedim, tarlada hiç yorulmadım dedim, pilav bugün daha bi güzel olmuş dedim, ben oyuncak bebek sevmem ki zaten dedim, daha neler neler dedim ama sana söyleyemediklerimi de hep içime akıtarak dedim.” 

 Gözlerindeki bulutları aralayan, nazenin bir ses dokundu körpe yüreğine. Sıcacık bir anne kucağı ya da güçlü bir baba öpücüğü bir “Merhaba” ya sığarmış onu fark etti, karşısında duran dudaklarda. Korku girdabı kendisini karanlığa çekerken, yumuşak bir el gibi uzanıp alıyordu bu ses onu en kuytulardan. Duygu med cezirleri yaşarken öğretmeni, tutmuş elinden sınıfa götürüyordu bile. Elini hızla çekip babasına koştu bacaklarına sarıldı. Babası yüzünde çok çiğ duran kızgın bir ifade takınarak sinirli sinirli soludu. Geldi öğretmeni, göz hizasında çömeldi, yanaklarını okşadı, sarı ve iki belik saçlarına dokundu. “Hadi gel arkadaşlarınla tanışalım” dedi. Ne güzel bakıyordu öğretmeni, annesi gibi. Annesinin saçları da böyle çağlayanları kıskandırırdı. Ama yokluk ve mevsimlik işçilik sonbahar yaprakları gibi soldurmuştu annesini.

Annesinin ilk göz ağrısıydı. Biliyordu en çok kendisine kıyamazdı annesi. Yazının yüzünde çalışan, çabalayan, didinen, koruyan, gözünden sakınandı ama hepte evlatlarına karşı vicdanı ağır yüklü olandı annesi. En çok azıcık azıkla hazırladığı sofrada yokluğun mahcubiyetini yaşayandı annesi. “Hadi! Hadi güzel kızım” diyen güzel öğretmeninin billur sesiyle iç dünyasından arınabildi. Nasırlı ellerinden utanmadan, sımsıkı tuttu gülüşlerinden, çoğul sevgilerin tekil perisini. Birkaç adım sonra döndü, zamansız dönen dünya çarkının, boynunu büktüğü babasına baktı nemli bakışlarıyla. İç dünyası kadar büyük lakin umutları kadar küçük tebessümüyle ıslak bir tül gibi örttü sessiz koridoru. Ve seslendi muğlak uzaklara “Evet burayı çok seveceğim.”