Ben denizi meslek edinmiş adamlardanım.
Şimdi elli üç yaşındayım. Hiç evlenmedim. Belki istemedim, belki de farkında olmadan istemeye cesaret edemedim. Ömrüm vapur köprüsünde geçti. Martı sesleri, sis düdükleri, ıslak halat kokusu ve sabah seferinin telaşı… İnsan bir süre sonra sessizlikle konuşmayı öğreniyor.
Her sabah altı kırk beş Kabataş’tan çıkıyoruz. Sonra sırasıyla Beşiktaş, Üsküdar, Kandilli, Arnavutköy, Emirgan, en son da Çengelköy. Her iskelede bir yüz, bir hikâye. Ama ben en çok Çengelköy’deki pencereyi beklerim.
O pencere…
İskeleye yanaşırken hemen sağdaki eski ahşap evin ikinci katında. Beyaz tülün arkasından bakardı. Sarışındı. İnce, solgun. Yüzünde bir mutsuzluk taşıyan, ama o mutsuzluğu utanarak saklayan insanlardan. Ve gözleri… Gözlerinde İstanbul’un sonbaharı vardı. Neşesiz ama sıcak, hafif hüzünlü, ama içini ısıtan bir ışık.
Her sabah on otuz beş seferinde oradaydı.
Ve ben…
Her sabah o pencere için düdüğümü bir kez fazla çalardım.
Yanaşırken göz göze gelirdik.
Ne ben el sallardım, ne o gülümserdi. Gizli bir anlaşma vardı aramızda. Sessiz bir selamlaşma.
O pencereye üç yıl boyunca her sabah düdüğümle selamladım.
Üç yıl boyunca bir kelime bile konuşmadık.
Ama onu gördüğümde hayatım güzelleşirdi.
İstemedim hayalimi bozmayı. Kötürümmüş diye hayal ettim. Dilsizdi belki. En kötüsü de sesinin kalın olması. Erkek sesli kadınlarla işim olmaz.
Ne diyordum?
Sonra bir gün…
Bir sabah, benim kamarot yanıma geldi. “Kaptan,” dedi, “güvertede bir hanım var. Sizi sordu. Senin cam güzeline benziyor.”
Dümeni bıraktım, beş dakikalığına indim aşağıya.
Köşede oturuyordu. Saçlarını toplamış, sade bir elbise giymişti. Yanına oturdum. Konuşmadık. Öylece baktık birbirimize.
Konuşamadım.
Sonra “Çarşamba, Emirgan’da, öğleden sonra,” dedi.
Sesi Göksu’nun pınarları gibi şakıyordu. Öyle bir billur ses ki, cennetin ırmakları dile gelmiş sanırsın. Benim dilim bağlandı. Neredeyse, motorlardan birine çarpıyorduk.
İyi mi?
Gittim.
Geldi.
Çay içtik birlikte.
Ben konuştum gak guk ettim. Sonra o konuştu.
Adı Elif’ti.
Babasıyla yaşadığını söyledi. Annesi erken ölmüş. Evden dışarı çıkması bile sıkıntıymış. Emirgan’a gelmek için yalan söylemiş.
“Teşekkür etmek istedim,” dedi.
Ama gözleri “kurtar beni” diye çığlık çığlığa.
İki saat…
İki saatlik bir ömrümüz oldu o gün.
Sonra ayrıldık.
Ama artık on otuz beş seferi var ya, iş değil mana oldu bana.
Ben pencereye yaklaşırken kalbim daha hızlı atıyordu.
Çektim mi düdüğün kolunu, bas bas bağıran vapur değil bendim sanki.
“Aşığım ulen, aşığım!”
Ta ki…
Ta ki o perşembe gününe kadar.
O gün yanaşırken bir bağrışma duydum.
Pencereye baktım.
Babası oradaydı. Elif’in kolundan tutmuş, sertçe çekiştiriyordu.
Sonra…
Sonra o tokadı gördüm.
Elifim yere düştü ama başını kaldırıp son bir kez bana baktı.
Ve ben…
O gün düdüğümü öyle bir çaldım ki, Sirkeci’den duyulmadıysa namerdim.
İçime dert oldu. Ne yiyebiliyorum, ne konuşabiliyorum. Cumartesi gecesi zil zurna içtim köprü altında. Bizim meyhaneci Selami “git, konuş” dedi. “Adam gibi iste kızı babasından.”
Pazar günü, giydim apoletleri, elimde çiçekle lokum, çaldım zillerini.
Babası çıktı dışarı.
“Yakarım oğlum,” dedi. “Devlet malı dinlemem batırırım senin vapurunu, gemini.”
Elif duyuyor, biliyorum.
Görsem yeşil gözlerini anlatacağım derdimi. Yok. Dilim bağlandı yine. Bir şey diyemedim.

Meymenetsiz herif çarptı kapıyı suratıma.
Çiçekleri kapılarına bıraktım, lokum kutusunu denize attım.
Pazartesi sabahı pencere boştaydı.
Salı günü de.
Çarşamba…
Ev bomboştu.
Perdeler sökülmüştü.
Elif gitmişti.
Nereye, bilmiyorum.

Derken ahşap ev yıkıldı. Yerine ultra lüks bir ev yapıldı.
Kimindir, yeni gelenler neye benzer bilmiyorum. Bir daha hiç bakmadım o pencereye…

Ben hâlâ her sabah on otuz beş seferini yapıyorum.
Düdüğümü yine çalıyorum.
Ama artık selam için değil.
Bir vedanın, hiç tamamlanmamış bir hikâyenin, bir özlemin çığlığı o.
Ben bir daha kimseye âşık olmadım.
Ne Emirgan’daki çaylar, ne Kandilli’nin rüzgârı, ne Arnavutköy’ün akşamları…
Hiçbiri Elif’in pencere ardındaki bakışını unutturmadı bana.
Bazen arkadaşlar yeni birileriyle tanıştırıyorlar beni.
Kiminin sesi, kiminin gözü sinirime dokunuyor. İster istemez mukayese yapıyorum.
Sonra boş ver diyorum. Dünyanın en güzel kadınıyla aşk yaşadın sen. Yaşayamadığım hatıraların sana yeter.

Yine de itiraf edeyim. İçin için bekliyorum.
Her sabah, her on otuz beşte
Bütün kuvvetinle asılıyorum düdüğün kordonuna
İstanbul’a sesleniyorum Elif diye
Belki duyar
Belki bir gün
Bir gün yine çıkar gelir
Hiç bir şey konuşmadan çay içeriz Emirgan Çay Bahçesi’nde