Esneyen tahtanın gıcırtısı, ıslak ayakların minik adımları ve sıçrayan suyun şıpırtısı beni anılara sürüklüyor. Yürürken, yıpranmış tahtanın kıymıkları ayağıma batıyor. Sahilden hızını alıp gelen, iskeleden kendini suya bırakanlar var. Mavili, morlu, sarılı, yeşilli deniz kıyafetleri giymişler; boyuna çizgili, puantiyeli, ebruli… Bakışlarımı onlardan çekip, koluma yaslanan bedenini hissediyorum yeniden. Kesik kesik aldığı nefeslerden yorulduğunu anlıyorum. Duraklayarak konuşuyor: “Anlatabilseydim sana o yazın hikâyesini… Çocuksu neşenin kaybolup, büyümenin yüklendiği bedenin esriyen hallerini… Yapabilseydim… Dinler miydin?” Cevabımı beklemiyor.
Yorgun bedenini kumsaldaki şezlonga doğru bırakıveriyor. Derisi kahverengileşmiş ellerinde hafif bir titreme var. Ellerine bakıyor. Kendi kendini ikna etmek için söyleniyor: “Şimdi geçer.” Parmağıyla işaret ettiği limonata sürahisinden bir bardağa doldurup, uzatıyorum. Plastik sehpayı gösteriyor. “Oraya koyuver”.
İskeleyi seyreden kalabalığa aitiz artık. O kalabalığın içinde neşeyle koşturan, yüzen, yüzmeye çalışan, yüzer gibi yapan, iskelenin kenarından ayaklarını sallandıran, henüz yürüyen bebeklerini suya alıştırmaya çalışan anne babalar, şakalaşan kızlı oğlanlı gruplar var.
Yanımızdan koşarak geçen çocukların havalandırdığı kumlar, limonata sürahisinin dışındaki buğuya yapışıp kalıyor. Eskiden olsa sinirleneceğim bu durumu hoş görüyorum. Onların keyif aldıkları bu akşamüstünün hafızalarında tatsız bir anıya dönüşmesini istemiyorum.
Şezlongun gıcırdayan yayları beni kendime getiriyor. Annem, boş bardağı sehpanın köşesine koyup hafifçe ittirmeye çalışırken, ahlayıp ofluyor. Müdahale etmiyorum. Denizin köpürerek kıyıya taşıdığı yosunlar ayaklarımızın dibine kadar geliyor. Güneş ışınlarının yansımasını ve dalgaların ruhumu dinginleştiren hareketini seyrediyoruz. Güneşin her gün yinelediği görevini yapmasına o kadar alışmış ki insanlar; bizden başka bu muhteşem günbatımını izleyen yok gibi. “Hatırlıyor musun?” diye soruyor. “Babanla şu ilerideki dubaya kadar yüzer gelirdik. Sen kıyıda kardeşinle kumdan kale yapardın.” Hayatının hatırlayabildiği dönemlerini ara ara anlatmak âdeti oldu. Zaman zaman beni yardımcımızla karıştırdığı ve bir yabancıyla konuşur gibi sohbet ettiği de oluyor.
Bir süreliğine uzaklara sabitlediği gözlerindeki anlam, denizin giderek kabaran ve kıyıya ulaşan dalgaları gibi yükselip alçalıyor. “Aynı genç kızlığımdaki moda gibi” diye mırıldanıyor. Havanın sıcaklığı ve nem arttıkça, denize girenlerin sayısı da artıyor. Hafif bir yağmur başlıyor. Bu yağmur denizdekilere keyif veriyor. İskeledekiler aynı fikirde değilmiş gibi… Onları hareketlendiren bu tatlı telaşın içinde kalan pembe mayolu üç yaşındaki kız çocuğu ağlamaya başlıyor. “Onunla ilgilenen kimse yok mu?” diye meraklanıp iskelenin ilerisine doğru gözlerimle tarıyorum. Bir süre sonra, beyaz keten gömleğini pareo niyetine giymiş bir kadın, çocuğu kucaklayarak iskeleden uzaklaştırıyor. Onların kumsaldaki dondurma kulübesinden yaptıkları alışveriş sonrası plajın otopark çıkışına doğru hareketiyle, annemin seslendiğini duyuyorum. “Kalkalım mı artık? Dizlerim ağrıyor biraz.” diyor. Yine cevabımı umursamıyor. Dönüş hazırlığına başlıyoruz.
Şezlongların katlanması, çöplerin atılması, ıslak havluların torbaya konması, annemin arabaya götürülüp koltuğa oturtulması falan derken, yarım saat kadar zaman geçiyor. Plajın diğer ucundan kan ter içinde kalmış otuzlarında bir kadın geliyor. “Kızım” diyor, “kızımı bulamıyorum, onu gören var mı?”
Birkaç kişiye soruyor, istediği cevapları alamıyor. “Pembe bir mayo giyiyordu” diyor. Boğazındaki hırıltılı ses, içimdeki düşünmekten haz etmediğim odanın kilidini zorluyor. “Kızımı bulamıyorum. Üç buçuk yaşında, pembe bir mayo giyiyordu. Kumdan kale yapıyordu. Ben de yüzmeye başladım. Biraz açılmışım. Farkında değildim. Deniz kenarında oynayanlara baktım ama hiç biri onu görmemiş. Kızımı bulamıyorum.”
Etraftakiler söylediklerini umursamıyor, “görmedik” diyorlar. Kadın uzaklaşıyor. Onun telaşına ortak olan kimse yok. Ben de içine daldığım bu düşünce silsilesinden annemin sesiyle sıyrılıyorum. Arabanın içinden, homurdanıyor. “Neyi bekliyoruz? Piştim arabanın içinde. Eve gidelim artık.”
Eşyaları bagaja yerleştirip, onun oturduğu tarafın kapısını kapatıyorum. Tüm camları açıyorum. Kontağı çalıştırıp, dar ve ağaçlıklı yolun sağından devam ediyorum. Cırcır böceklerinin uğultusu kulaklarıma dolarken, batan güneşin kızıllığında, iskeledeki pembe mayolu kız çocuğunu ve onu kucaklayıp götüren beyaz keten gömlekli kadını düşünüyorum. Hava kararıyor. Aracın farlarını yakıyorum. Herkesin keyifle andığı bir akşamın, çocuğunu arayan kadının hafızasında tatsız bir anıya dönüşmesi gibi, gün de geceye dönüyor. Yazlığa giden yol boyunca sabit hızla sürüyorum. “Kaybolduğun gün, ben de çok korkmuştum” diyor annem. Göz pınarımda bekleyen yaşlar yanaklarımı ıslatıyor. Cevap vermiyorum. O da başka cümle kurmuyor. Cır cır böceklerinin uğultusunu dinliyoruz.