İnce parmakları kırlaşmış sakalları arasında gezinirken, benim varlığımı umursamadan odayı incelemeye devam ediyor. Daha farklı bir çalışma odası beklediğini, gördüklerinin onu tatmin etmediğini bakışlarından anlıyorum. Üzeri tepeleme sigara izmariti dolu kül tablasının, buruşturulmuş kâğıt toplarının, karalayıp durduğum öykü defterinin zar zor sığıştığı masaya ve kitapları zor taşıdığı her halinden belli hafifçe yana eğilmiş kitap dolabına-kütüphane sınıfına bile yükselmemiş- odaklanıyor. Maalesef bu işte… Bir yatak, bir masa, bir kitap dolabı, en büyük lüksüm dediğim iki eski koltuk ve ikisinin arasında henüz bitmemiş bir satranç tahtasının olduğu sehpa. Hepsi bu…

Koltuklardan birine oturup eliyle diğerini işaret ediyor. Söz dinleyen bir çocuk gibi usulca oturuyorum ben de. Düşündüğümden yaşlı görünüyor yüzü. Alnı daha kırışık, saçları daha kısa, daha koyu. Gözleri küçükmüş, oysa ben uzun kirpikli kahverengi gözler hayal etmiştim.

“Üç hamle sonra mat” diyor.

Şaşkınlıkla bakıyorum ona. Satranç oynadığını bile bilmediğime hayret ediyorum. “Tabii siyahlar iyi bir savunma yapmazsa” diye ekliyor. “İstersen sana bu konuda ders verebilirim.”

Espri yeteneği ne zaman bu kadar gelişti diye geçiriyorum aklımdan. Gözlerini satranç tahtasından kaldırıp bir süre bana bakıyor.

“Ee, anlat bakalım? Ne düşünüyorsun?” sakince soruyor bunu.

“Ne için, bundan sonrası için mi?”

“Tabii ki. Bilmek benim hakkım değil mi?”

Hakkı. Tabii ki hakkı… Sonuçta onun kaderi benim ellerimde. Aslında şu anda hiç de öyle değilmiş gibi görünüyor. Karşısında kendimi aciz ve yeteneksiz hissediyorum. Hak ettiği değeri veremediğimi düşünüp sıkılıyorum. Anlıyor, her düşüncemi, aklımdan her geçeni anlıyor.

“Bilmiyorum, henüz düşünmedim sonrasını.”

Biraz küskün. Neler olacağını öğrenmek istediğini anlıyorum ama onun kalemimim ucunda kalıp kalmayacağından bile emin değilim. Bakışlarını kitaplara çevirmiş en sevdiğim kitabı işaret ediyor.

“Şunu okudun mu?”

“Birkaç kez” diyorum.

“Yazarını tanıyorum. Çok düşünceli, analizci, ince eleyip sık dokuyan biridir. Pek sana benzemiyor.”

Kızgın. Sanki intikam almak ister gibi. Ne odam, ne de ben beklediği gibi değiliz. O yazarın elinde olsaydı belki de bambaşka bir insan olacaktı ama benim elimde…

“Başka bir yazarı tercih ederdin biliyorum ama maalesef benimlesin işte. Özür dilerim.”

Kahkaha atıyor. İlk kez kahkaha atarken görüyorum onu. Hâlbuki derin, karamsar ve mutsuz olmalıydı. Böyle gülmesine izin vermemeliyim ama gülüyor. Gülüşü bana da bulaşıyor, odanın içinde karşılıklı gözlerimizden yaşlar gelene kadar gülüyoruz. O sırada kapı çalıyor.

“Gitmeliyim artık. Sonrasını belirlediğin zaman belki ben, belki başkası…”

Zilin ısrarlı çalışıyla, sözleri yarım kalıyor ardından geldiği gibi bir anda yok oluyor. Sinirle kalemi bırakıp karakterimin uçup gitmesine neden olan kapının arkasındaki kimse onunla kavgaya tutuşmaya hazır kalkıyorum. Serpil, yüzümün aldığı ifadeyi fark edince;

“Kusura bakma n’olur, yazdığını unutmuştum. N’oldu, tamamlayabildin mi öykünü? Karakter netleşti mi kafanda?” diye soruyor.

“Hayır” diyorum  “Henüz değil.”

Serpil gülerek koltuğa gömülüyor.

“Hadi hazırlan da çıkalım biraz. Beynine oksijen gitsin. Hey! Benim atımı neden oynadın ki? Hani hiç dokunmayacaktık taşlara?”