Bugün 12 Ağustos 2078. Günlükte bir sayfa daha… Edebiyatın ve sanata dair diğer tüm şeylerin denizin dibini boyladığı bu karanlık dönemde, günlük tutmak gibi son derece tehlikeli bir eylemle bu çukurdan çıkmak mümkün. Ancak pek çoğu benim kadar şanslı değil. Makineleşmiş beyinlerin kuklacılar tarafından serbestçe oynatıldığı, her türlü zorbalığın alenen yapıldığı bu garip gezegende, herkes ve her şey sıradan. Tek bir hobileri bile yok. Bir zamanlar sözlükte herhangi bir kelimeden daha fazlası olmadığına inanılan özgürlük, şimdilerde ulaşılmayı bekleyen bir kara parçası gibi. Tabii bu çabanın anlamsız olduğu da aşikâr. Geç kalınmış pişmanlıklara süngü misali eklenen ağıtlar, bugüne kadar hangi yaraya merhem olabilmiş ki?

Yasaklanmayan şeyler de var gerçi, tarih kitapları gibi. Bugünlerde artık pek okunmasalar da benim gibi meraklılar da yok değil. Haftada birer gün izin veriliyor. Bilirsiniz, tarih kitapları pek sevilmez. Ancak pek çoklarının aksine ben, barut kokularının ve kurumuş kan lekelerinin arasından sıyrılıp izini sürebileceğim güzellikleri geçmişin satır aralarında yakalayabiliyorum. Bu, sahip olduğum az sayıdaki güzellikten biri. Bulutları yırtıp yeryüzüne kavuşmaya çalışan gün ışığı kadar güçlü bir inanmışlığı o satırlarda gördüğümde, istemsizce tebessüm ediyorum. Güzel bir geleceğin inşa edilebileceğine dair koyu bir inanmışlık hem de. Ne var ki bu inanmışlık, bu zamanda kupkuru bir gülden farksız. Bu da bize, böyle bir dönemde dünyaya gelmiş olmamıza bir parça da olsa öfkelenme hakkı veriyor.

Bugün 29 Eylül 2078. Muhafaza etmeyi başarabildiğim az sayıdaki güzellikten biri de tarih merakım. Ne yazık ki bugünlerde solmaya yüz tutmuş durumda ve bu duruma müdahale etmem gerekiyor ama nasıl? Duvara bakarak elli sene yaşayamayız ya? Bir şeyler yapmam şart. Hem zaten benimki kuru kuruya bir hobi de değil. Tarih, eğlenmekten ziyade öğrenmek için okunur. Benim merakım, bilhassa bu kapkaranlık tabloyu anlamlandırma çabamla ilgili. Yoksa hangi imparatorluğun ne zaman kurulduğuyla ilgilenmiyorum. Tüm bu olup bitenlerin nasıl başladığını, nasıl birdenbire bu hâle gelindiğini anlamaya çalışıyorum. Bu çabamın bir yerlere varmasını istiyorum. Uzun süre bir şeylerle uğraşan ve bunun bir sonucu olarak, artık o şeylerden sonuçlar bekleyen her insan gibi yani. Dünyanın en ücra köşelerinde bile özgürlüğü elinden alınmamış tek bir insanın kalmadığı bu garip çağa ne ara girdik biz? Elektrikler birdenbire kesilmiş ve boynumuza zincir mi vurulmuştu?

Eskiler, içinde bulunduğumuz bu duruma “öğrenilmiş çaresizlik” diye bir ad koymuşlar. Tedavisi olup olmadığını bilemiyorum, kitaplarda yazmıyor. Herhalde o sayfaları yırtmışlardır. Gerçi bir tedavi varsa bile kendimden başka birini iyileştirebileceğimi sanıyor da değilim, yanlış anlaşılmasın. Bu tip meseleleri enine boyuna tartışmak şöyle dursun, iki kelam edebileceğim herhangi birini bulmam bile mümkün değil. İnsanlar her türlü sorudan, bilinmezlikten, aykırılıktan ölesiye korkuyor ve köşe bucak kaçıyor. Ben mi? Ben de korkuyorum elbette. İsyankârların sevilmediği ve sevilmeyenlerin pek de iyi akıbetlere maruz kalmadığı bir dünyada, tepkisiz kalmayı seçiyor oluşunuz her ne kadar utanç verici olsa da ne yazık ki bazıları zayıftır. Zayıf olmaksa benim suçum değil. İşte tüm bu korkular yüzden bu günlüğün de bir hafızası yok. Düne dair ne varsa mutlaka yok ediyorum, hatta şu karaladıklarımı bile birazdan yırtıp suya atacağım.

Bugün 13 Kasım 2078. Günler geçmeye devam ediyor. Bir gün öncesine dair hiçbir iz barındırmayan harika günlüğümü de sabırla ilerletmeye devam ediyorum, buna ne kadar ilerletmek denilebilirse. Fakat durum daha da ilginçleşmeye başladı. Artık yazdıklarıma kendim de gülüp eğlenir hâle geldim. İnsan kendi günlüğüne güler mi yahu? Belki de akıl sağlığımı kaybetmeye başlıyorum, kim bilir? Birbirine benzer sayısız surat arasında, çok fazla değişime uğramayacağını bildiğiniz yarınlarınızı düşlerken, ölmemek için çabalamak dışında bir şey yapmadığınızı, hatta böyle bir çabanızın bile olmadığını, zira bu tip şeylere artık birilerinin karar verdiğini anımsadığınızda; delirmenin eşiğine de koşarak varıyorsunuz. Belki bunu da “bir delinin hatıraları” diye satarlar. Gerçi sanat da yasaktı, öyle değil mi? Bağışlayın, unutmuşum.

Bugün 28 Kasım 2078. Size nerede yaşadığımızdan hiç bahsetmediğimi fark ettim. Burası on yedinci hangar. Beş yüz kişiyi barındıran büyük bir yer burası. Ufak çadırlarımız var, tuvaletler ve banyolar ortak, kıyafetler tek tip. Hangarlarda devriye gezen nöbetçiler, düzenin bozulmadığına dair saatlik raporlarını amirlerine gecikmeksizin gönderiyorlar. On yedinci hangarda yaşayan bu beş yüz kişinin, yirmi yedinci ya da yüz yirmi yedinci hangarda yaşayanlarla nasıl bir farkının olduğunu sorduğunuzda, “Hiç!” cevabıyla karşılaşıyorsunuz.

Bu denli durağan bir yaşamın getirdiği en kötü ve hatta belki de tek şey; içinizdeki o merak duygusunun, yaşama sevincinin veya adına her ne derseniz deyin, sağlam kalmış tek dişinizin kerpetenle çekilmesi misali koparılıp götürülmesi ve tabii her yerin kana bulanması. Şarkıların söylenmediği, şiirin ne olduğunun bile unutulduğu, gülen yüzlerin, sadece falanca kişinin konağındaki tablolarda rastlanabilir bir şey hâline geldiği bir dönemde zaten ne tür bir yaşama sevincinden bahsedilebilirdi ki?

Bu arada kötü bir haberim daha var; hemen her şeye karşı içimde kararlılıkla yeşermeye devam eden şu ilgisizlik ağacı, nihayet tarih merakım için de meyve verdi. Artık ne Sezar’ın hayatını okuyorum, ne antik Mısır çekiyor ilgimi, ne de yirmi birinci yüzyılın herhangi bir şeyi.

Bugün 8 Aralık 2078. Günler aynı şekilde devam ediyor. Milyonlarca kez aynı yere düşen ve hiç farklı bir ses çıkarmayan su damlaları gibiyiz. Şu karşıdaki ottan hiçbir farkımızın olmadığını düşünüp kendi kendime güldüğüm anlar oluyor. Hatta herhangi birine bakınca da artık gülmeye başladığımı fark ettim. Bu devirde en büyük meziyetin, akıl sağlığını yitirmemek olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim, bu konuda kesinlikle sınıfta kaldığımı da tabii.

Bugün 15 Ocak 2079. İşler iyice garipleşti. Bırakın bir sayfayı doldurabilmeyi, tek bir kelimeyi dahi baştan sona yazabilecek takat bulamıyorum kendimde. Şu iki satırı iki saatte yazabilmiş olmam, herkesten çok beni ürkütüyor. Yavaş yavaş ölmek böyle bir şeymiş demek ki. Değiştiremeyeceğimiz şeylere karşı sergilediğimiz kabullenme duygusunun bu gibi durumlarda insanı ne denli mahvettiğini bilmiyor değildim ama bilmek ile tecrübe etmek arasındaki farkı sanırım yaşayarak değil ölerek öğreniyorum.

Bugün 23 Şubat 2079. Saatlerdir ne yazacağımı düşünüyorum. Anlatacak bir şey kalmadı sanırım. Ne kadar da siyah bir gün, öyle değil mi? İşin garip yani, çocuklarımıza artık karanlık bir gelecekten de bahsedemeyeceğiz. Zifiri karanlığı nasıl daha siyah yapabilirsiniz ki!

Bugün 16 Mart 2079. Üç hafta sonra yazabilecek fırsatı buldum nihayet. Burada işler iyice değişti. Her gün birilerini götürüyorlar. “Nereye?” diyorsunuz belki ama bir cevabım yok. Eğer yazmaya devam etmezsem, anlayın ki beni de aldılar.

Bilgisayarın başındaki asker, yavaşça komutana döndü, “Kayıtlar burada bitiyor efendim.” dedi, “Bu hafıza kartını ne yapalım?”

“İmha edilsin. Derhal!”

“Emredersiniz.”