Peder Adamia, dağın tepesindeki manastıra tırmanışı esnasında, dizlerinin titrediğini fark etti. En son üç yıl önce bile, yorgunluk belirtisi göstermeden çıkmıştı manastıra. Dizlerinin titremesi… Yüreğinin hızlı çırpınışı… Ve göğsünün bir kalaycı körüğü gibi hırlaması… Hepsi… İlk defa oluyordu. “Hızlı yaşlanıyorum” diye düşündü.
Tepeleri karlarla örtülü Kafkas dağlarının morumsu fonunda, onuncu yüzyıldan kalma manastırın görüneceği ânı bekliyordu. Bu görüntü, her yerde rastlanan türden bir manzara değildi. Manastırın muhteşem kapısına her vardığında yaşadığı o coşkulu sevinç, bambaşka bir şeydi. O coşkunun tasavvuru bile, yüreğini umutla doldurdu. Karlı dağlardan esen serin rüzgâr, koyu renk pelerinini dalgalandırdı, serinlik bedenine yayıldı… Canlanan dizleri doğruldu. Yarım asır önce genç bir öğrenciyken ilk tırmanışı gibi yokuşa abanınca, yol dümdüz oldu. Kendinden emin ve rahat adımlarla eteklerini savurarak yürüyordu. Çok da fazla sürmedi bu hızlı temposu. Bedeni ruhuna ayak uyduramıyordu. “Zorlama kendini Adamia… Neredeyse yolu yarıladın” dedi ve mütevekkil gülümsedi.
Yokuş… Tırmanış ve yaşlılık… Bunların üstesinden gelebileceğini sanıyordu. Onu acele tırmanışa iten, verilen görevi yerine getirme konusundaki azmiydi. Bu görev, Peder Georgi’nin kulağına fısıldadığı üç kelimelik cümleden ibaretti. Elini sıkıca tutmuş… Saçları gibi mavisi ağarmış gözlerini gözlerine dikmiş, bir dakika bile sürmeden son nefesini vererek çekip gitmişti. Ölüm bu kadar mı kolaydı? Yoksa bu, azizlere mahsus bir ölüm müydü? Peder Georgi gibi öleceğini bilse, hemen ölmeye hazırdı. Onu çok sevmesine karşın, hiç mi hiç ağlamamıştı. En ufak bir acı duymamış, ondan fazla hoşlanmadığını bildiği insanların gözyaşı dökmeleri karşısında, suçluluk duygusu dışında başka bir şey hissetmemişti.
İşte… Sovyetlerin dağılmasından sonra, onarılıp bir müze gibi haftada bir gün ziyaretçilere açılan Kutsal Manastır, bütün görkemiyle karşısında duruyordu! “Tanrının Gökyüzü Krallığı”na açılan muhteşem bir kapısı olarak gördüğü 1117 yıllık manastır görünür görünmez, diz çöküp dua etti. Eğilip toprağı öptü. Avuçlarını ve alnını toprağa sımsıkı dayayarak bir müddet öylece kaldı. 1937 yılında ilk kez geldiğinde, hayranlıktan yere kapaklandığı o “huşu” anını hatırladı. “Ayağım takıldı” demiş, arkadaşları sakarlığına gülmüşlerdi. Şimdi, daha derin bir esrime, bir “vecd” halinde şükür duaları fısıldıyordu. Toprağın kokusunu içine çekti. O an orada ölmeyi isterdi ya… Ölemezdi. Aziz Peder Georgi’nin vasiyeti henüz yerine getirilmemişti.
Rölyeflerle süslü büyük taş kapıdan girerken, manastırın genç rahibi ve bekçi onu saygıyla selamladılar. O kadar bitkin görünüyordu ki genç rahip koluna girmek istedi. Peder Adamia,“iyiyim İakob” diyerek, onu zarif bir el hareketiyle durdurdu. Doğruca mihraba yürüyerek istavroz çıkardı. Soldaki bakır kabartmalı kapıdan geçerek, koridorun sonundaki Peder Georgi’nin odasına girdi. Burası yüzlerce metrelik uçurumun uzantısı olarak inşa edilen dimdik duvarda, iki metrelik çıkıntı yapan geniş bir odaydı. Odanın uçurum üzerinde bulunan kısmında yürürken, kendini boşlukta hisseder, yüreği ağzına gelirdi. Yine aynı duyguyu yaşadı.
Peder Georgi’yi toprakananın göğsüne vereli, tamı tamına altmış gün olmuştu. Buna karşın Adamia, Peder Georgi’nin odada olduğuna bütün kalbiyle inanıyordu.
-Anahtarların nerede olduğunu hatırlıyorsun değil mi Adamia?
-Hatırlıyorum efendim.
Saygılı bir şekilde başı önünde, Peder Georgi karşısındaymış gibi konuşuyordu. Ölüm ânı hariç, konuşurken hiçbir zaman gözlerine bakamadığını hatırladı. Keşke yeterince bakabilseydim diye düşündü.
Onu tekrar duydu. Yumuşak, şefkatli ve rüzgâr fısıltısı gibi konuşuyordu.
– Şimdi biraz dinlen, saat tam on birde inersin kutsal emanetlere.
Nedenini sorgulamak aklından bile geçmedi.
İster istemez gözü duvardaki saate kaydı; tam dokuzu gösteriyordu. Oturdu. Birden içi geçiverdi ve oturduğu koltukta uyuyakaldı Peder Adamia. Karanlıkta bir çift gözün onu uyuyana kadar gözetlediğini fark etmedi.
Sıkıntılı bir rüya görmüştü. Elini yüzünü yıkadı. Saat onu beş geçiyordu. Henüz vakti vardı. Genç papaz ve bekçi çay içiyorlardı. Onu görünce saygıyla ayağa kalktılar. Genç papaz, “çay alır mıydınız efendim” derken, sadece önüne bakıyordu. “Evet” dedi Adamia, “bir fincan çay iyi olur.” Duvarın dibinde, Peder Georgi’nin pek sevdiği eski bir iskemleye çöktü, sırtını duvara yasladı. İçini huzur ve güven kapladı. Yaslandığı, sıradan bir duvar değil, ulusunun topraklarında binlerce yıllık mücadele tarihiydi. Birden aklına gelmiş gibi:
-İvan‘ı göremiyorum… Nerede?
– Bugün izinli efendim.
“Öyle mi?” dedi peder Adamia ve çayını yudumlarken rüyasını toparlamaya çalıştı: Peder Georgi’nin arkasında duran karanlık yüz İvan’ınınkiydi… Ya Peder Georgi’yle konuşan üç adam kimdi? Yeşil muşambaya sarılı bir paketi, adeta pederin eline sıkıştırıp aceleyle çekip gitmişlerdi. Peder Georgi üzgün müydü? O pakette ne vardı… Hatırlamıyordu. Odanın daracık iki penceresi yerine, sadece geniş bir pencere boşluğu vardı. Bu boşluktan, baş döndürücü uçurum ve aşağıdaki ovada “Karasu” ve “Aksu” ırmakları kuş bakışı görünüyordu. Irmakların birleştiği yerden itibaren nehrin her iki tarafında konumlanan antik kentin kırmızı kiremit çatıları güneşte ışıldıyordu. İvan nereye gitmişti? Peder Georgi’ye ne yapmak istiyordu… Hatta kendisi orada mevcut muydu? Hatırlayamadı. Peder Georgi, pencere boşluğundan “Karasu” ve “Aksu” ırmaklarını işaret ederek,”Bak Adamia, evrende her şey bu ırmaklar gibi zıtlıklar içerir. Zıtlıkları, uç noktalarına kadar içeren insanoğlu, her zaman şaşırtıcıdır… Bunu unutma” diyordu. Daha birçok şey söylemişti ama şimdi hiçbirini hatırlayamadı Adamia. Yüreğini sıkıntı bastı.
Çayını yudumlarken başı zonkluyordu. Tekrar odaya dönünce başına havlu doladı. Peder Georgi de öyle yapardı. Kitaplıkta, içinde anahtarların bulunduğu kalın cildi almak için, önünde duran çelik miğferi iki eliyle kavradı. Ufak bir duraksamadan sonra kubbe formundaki miğferi havlu doladığı kafasına geçirdi ve ardından uzun pelerininin kapüşonuyla başını öttü. Anahtarları aldı… Gitti… Kapıyı içeriden sürgüledi. Başka bir raftan Melankolinin Anatomisi kitabını çekip alınca, arkasında olması gereken mekanizma kolunu göremedi. Oysa birkaç kez Peder Georgi’yle birlikte gizli odaya girmişlerdi. Dikkatli bakınca tahtanın üzerinde doğal bir budak şeklini fark etti. Buna kuvvetle abanınca, kitaplık kayarak açıldı!
Gizli odada ekşimsi bir koku vardı. Solgun günışığı, odanın içini ürkütücü gölgelerle dolduruyordu. Aydınlanması olmayan odada, elli beş dakikadan fazla asla kalınmaması gerektiğini biliyor, fakat nedenini bilmediğinden acele ediyordu. Mazgaldaki demir çubukların gölgesi, tam karşısındaki duvarın dibinde sıralanmış sandıklardan birinin üzerine düşüyordu… Umutlandı. Gitti… Kilidi soktu… Çevirdi ve “klik” sesiyle sanığın kapağı açıldı. Tahta kutularda, üzeri ince bir mum tabakasıyla kaplanmış envai çeşit ve boyda paslı çiviler vardı. Peder, çivi koleksiyonu mu toplamıştı? Kutuları hızla açıp bakıyordu ki, nihayet onu gördü… Yeşil muşambayı açınca hayal kırıklığı yaşadı. Dövme demirden yapılmış dört köşe, 12- 14 cm boyunda, mumla kaplı üç adet eski, paslı demir çividen ve iliştirilmiş mektuptan başka bir şey yoktu! Yoksa… Efsane doğru ve İsa efendimizi çarmıha mıhlayan çiviler bunlar mıydı? Bütün onca paslı çiviler, bu üç adet çiviyi gözlerden saklamak için mi toplanmıştı? Mektubu hızla okumaya başladı…
“Sevgili Adamia…”
…Rahatladı. Neyi… Nasıl yapacağını biliyordu. Üç mezarla duvar arasındaki kalın ve üzeri kabarma motiflerle süslü kalası kaldırdı. Soldaki mezar taşını duvara doğru iter itmez beklediği sesi duydu. Taş kayıp duvara dayanınca, yün keçenin üzerindeki azizin kafatası ve kol kemikleri göründü. Saygıyla, keçeyi ve kemikleri çıkarınca, altında istiflenmiş yedi adet el yazması kitapları çıkarıp, keçeyi ve kemikleri tekrar yerine koydu. Sağdaki metal kola bastırınca, mezar kapağı eski yerine oturdu. Süslü kalası tekrar yerine koydu. Rahatlamış bir şekilde doğrulmuştu ki, aniden İvan’ın sırıtan yüzü ve hain bakışlarıyla karşılaştı. Ve nedense hiç şaşırmadı.
İvan, göz açıp kapayana kadar elindeki kalın sopayı Adamia’nın kafasına indirdi. Sarsıldı ama düşmedi Adamia. Babayiğit bir adamdı. “Gollum” benzeri İvan’ı tuttuğu gibi duvara savurdu. İnleyip söylenen İvan, düştüğü yerde debelenirken zamanı hatırladı… Kitapları kaptığı gibi gizli geçide fırladı. Arkasından gizli kapının büyük bir gürültüyle kapandığını duydu… Peşinden, İvan’ın cılız çığlığı, gizli odanın kalın duvarları içinde yankılandı…
Yeşil ciltli el yazması kitap, manastırın ve orada görev yapmış rahiplerin tarihiydi. Onu rafa yerleştirdi. Diğer kırmızı renkli elyazması kitaplar, “Günah Çıkarma Kurumunun, ahlaki gelişmemizdeki işlevi nedir” sorusuna yanıt arama çabasındaydı. 1926 yılından beri bir devrin tanınmış – tanınmamış, sivil, resmi, politik, askeri ve diplomatik kişilerin, Peder Georgi’ye çıkarttıkları “günahların” bire bir kayıtlarıydı. Etik açısından tartışmalı altı ciltlik bu eserin, antropoloji, psikoloji, sosyoloji, hukuk ve insan doğası üzerine emsalsiz bilgiler içerdiği muhakkaktı. Bunlar, “İtiraf Edilmiş Günahlar Koleksiyonu” diyerek gülümsedi Adamia…