Sabahın erken saatlerinden bu yana büyük bir kalabalık, titremelerini iki katına çıkaran rüzgârlı soğuk bir günün zorluğunda, kentsel dönüşüme yazgılı mahallenin en güzel yerine dikilen on sekiz katlı iki büyük apartman bloğundan birinin tepesini gözetliyor. Genç bir kadın en üst katta, terasın ucunda kıpırdamadan duruyor. Kalabalıksa az sonra gerçekleşmesini umduğu intiharı beklemekte.
Kule modeli yeniden yapılanmanın kentin kalbine sapladığı bu gökdelen binalar, son zamanlarda özellikle eğitimli işsiz gençler arasında, ölüm garantili sonlar için tercih edilen yeni gösteri mekânı. İnsandan, yaşamdan, zamandan uzak, yok oluşunu hatırlatıyor her bakana. Bugün de mahalleliyi, dikildiğinden bu yana üçüncüsü olacak intiharın tanıklığına çağırıyor. Kulelerin sakinleri tarafından gerçekleştirilen iki intihardan sonra, şimdi de en tepede mahalleden genç bir kadın rüzgârla birlikte dalgalanıyor, ha düştü ha düşecek.
Birkaç daireye temizliğe gelen, az konuşan, eli ayağı düzgün, işini iyi yapan bir kadın. Bu sabah gelir gelmez oyalanmadan işine başlamış. Toparlamış, süpürmüş, suyunu, temizlik bezlerini hazırlamış, daha bezini kovaya sokmadan ne olduysa olmuş, bırakmış elindekileri;
“Dayanamıyorum, hakkını helal et abla, benimki sana helal olsun!” demiş, fırlamış çıkmış daireden.
Olay tuhafına gitmiş daire sahibi kadının. Asansöre binip aşağı ineceğine yukarı çıkan kadının arkasından koşturup yetişemeyince, hemen güvenlik görevlisini aramış, o da polisi. Sonrasını kulelerin sakinleri, aşağıdaki kalabalıkla birlikte an be an takipte. Yukardaysa sıkı bir pazarlıktır sürüyor. Rüzgârla dalgalanan genç kadını polisler, sağlık görevlileri vazgeçmesi için ikna etmeye çalışıyorlar ama o durmadan mekanik bir sesle yineliyor;
“Kocam gelecek… Gelecek… Özür dileyecek…”
Kalabalık izleyici grubu bütün gözleri, bütün hücreleriyle ‘son’u beklemeye kilitlenmiş. Yürekler ağızlarda atıyor. Kadının sözleri kulenin içinde bütün daireleri dolaşıp oyalanmadan aşağıya, kaynaşan kalabalığa da ulaşınca kaynaşma kocasının üstüne yoğunlaşıyor;
“Özür dilemek de ne? Özür dilesin diye tepelere çıkılır mı hiç? Rezalet!” diyor eli tespihli bir adam.
“Bilmiyorsunuz sanki ne belalı olduğunu pezevengin! Kadını da satmaya başladığını duymayan mı var içinizde?” diyor dip boyası gelmiş sarışın.
“Ne yani şimdi, özür dileyince satmamış mı olacak? …”
“Kaç gündür ortalıkta görünmüyor zaten serseri, kim bilir hangi pisliğin içinde.” diye susturuyor konuşanı, tespihli adam.
“İnşallah bulup getirirler, yoksa atar kendini aşağı!” diye fısıldıyor kadının biri.
“Eh, hiç beklemesin o zaman!” yanıtı, başında tığ işi, beyaz namaz takkesiyle, yaşlı sakallıdan geliyor.
“Selamün kavlen! Deme öyle, evlerden ırak!” diye yanıtlıyor, takkelinin yanındaki yaşlı kadın.
“Pazarlık yapan atlamaz, aha da söylüyorum bunu burada ben!” diye lafa tekrar karışacak oluyor, eli tespihli olan;
Ağzındaki sakızı yere tükürüyor az önceki sarışın, tüm kızgınlığıyla;
“Allah belasını versin erkek milletinin! Bir gün hepimiz atacağız kendimizi kulelerden aşağı, rahatlayacaksınız!” diyor, son noktayı koyuyor.
Sonrasında bilinen bilinmeyen, temiz kirli bütün çamaşırlar dökülüyor ağızlardan.
Kalabalığın tansiyonu gittikçe yükselirken, polis otosunun siren sesi konuşmaları bastırıyor. Aynı anda, caddeye yığınak yapmış üç polis otosunun yanına bir başkası daha, durmayacakmış gibi hızla gelip kalabalığa az kala zınk diye duruyor. İçinden inen üç polis, aralarında zayıf, çelimsiz, sakalları uzamış orta yaşlı adamla, kulelere yöneliyorlar. Arkada kalan genç polis kalabalığın olduğu tarafa yürüyor, bir taraftan adamı görmek için itişenleri geriye püskürtmeye çalışırken, bir taraftan da bağırıp yüzünde kayan maskesini burnuna çekmeye çalışıyor. Alerjisi öyle artmış ki, nefes alamıyor. Memnuniyetsizliğinin acısını kalabalıktan çıkarmaya kararlı;
“Maskesini de, koronasını da…” diye geçiriyor içinden.
Ortalığı kasıp kavuran pandemi canına tak etmiş artık. Kadınların bir kısmının sadece tülbentleriyle ağızlarını, burunlarını kapattığı, çoğunluğu maskesiz kalabalığa doğru;
“Maskeleri kaldırın burunların üzerineee!” diye kükrüyor adeta.
Öfkeden ve havasızlıktan kızarmış yüzle, avazı çıktığı kadar bağırmaya devam ediyor;
“Dağılın! Haaaddiii! Booşaallttt! Hemen boşaltın burayı!”
Sesine yanıt veren sert rüzgâr, uğuldayarak yalıyor kalabalığı. Ne rüzgârı ne de polisi kimse umursamıyor. Akıllar az önce arabadan inen kadının kocasında;
“Anaaam n’olmuş buna? Bir sıkımlık canı kalmış ya bunun!”
…
“Bak hâlâ konuşuyor! Dağılın hadi! Ne duruyorsun! Hadiiii! Daağğıııllll!”
…
Kalabalık şöyle bir dalgalanıyor, yalancıktan gitmeye kalkan misafir gibi iyice yerleşiyor seyir alanına. Kızgınlığı artan polis, copuyla öndekileri sertçe okşuyor, yerini terk eden arkalara geçiyor Sıkışıklık artıyor, arada kalan kadının kucağındaki erkek çocuğu bunaltıdan ulur gibi ağlamaya başlıyor. Polis copunu çocuklu kadına sallıyor bu kez;
“Hadi evine be kadın! Yok mu kocan, sahibin senin! Kucağındaki çocuktan utan be! Yürü evine!”
Başlar kadına dönüyor. Kıpkırmızı kesilen kadın hızlı adımlarla terk etmeye çalışıyor seyir alanını. Kucağındaki çocuk ulumayı sürdürüyor, hem de daha yüksek bir perdeden.
“Dert başına! Zırlaman hiç bitmez. Ben de intihar edeceğim allahıma! Canımdan bezdirdin ulan it dölü!”
Kadın mahrum edildiği gösterinin kızgınlığında, çocuğun yüzüne öyle bir tokat patlatıyor ki sesi kendisini bile ürkütüyor. Çocuğun, yaygarayı daha yükseğe taşımak için açtığı ağzından sesi dışarı çıkacağına içine çekiliyor. Karnı, havası kaçan balon çabukluğunda sönüp ciğerindeki bütün havayı dışarı boşaltıyor. Dudakları morarıyor, rengi kararıyor. Ağzı alabildiğine açılıyor ama ne sesin ne de nefesin oradan çıkmaya niyeti yok. Kadın gözlerini çocuğa dikiyor, bekliyor.
“Oyy! Kurbaaan!”
Her zamanki gibi dizleri çözülüyor, beli kırılıyor. Çocuğun doğduğundan bu yana süren alışamadığı bu haline deli gibi çarpan yüreğiyle bakıyor, yine nefesi bir daha dönmeyecek sanıyor. Oğlanı çeviriyor kendine, açık ağzına üflüyor, üflüyor, üflüyor! Ciğerlerindeki bütün havayı boşaltıyor. Nihayet üfürüğüyle şişirdiği çocuğun göğsü gevşiyor, incecik, uzun bir “Hiiiii” sesi müjde gibi kulaklara ulaşıyor. Morarması geçiyor, başı kadının göğsüne kapanıyor. Bir eli kadının memesini tutuyor, bir eliyle yüzünü okşuyor yorgun argın, içini çeke çeke.
Gözyaşları içindeki kadın, kenarlarında iri iğne oyalarının üzüm salkımı halinde salındığı yeşil başörtüsünü çekiyor başından, göğsünün üstüne örtüyor, oracıkta emziriyor oğlanı. Toparlanıp gitmeye hazırlanırken önünden geçen kadınların hararetli tartışması, sonunu görmekten mahrum bırakıldığı pazarlığın sonucundan onu da haberdar ediyor.
“Gözümle görmesem inanmazdım! Kimin aklına gelirdi?”
“İyi oldu pezevenge, daha beterini hak etmişti!”
“Daha beteri nasıl olur ki Allah aşkına, on sekizinci kattan düştü adam.”
“Adamın yükseklik korkusu varmış, valla bile bile çağırmış adamı bence.”
“Bence de. Hem insan kocasının korkularını bilmez mi? Bilir! Bile Bile…”
“Korkusu olan çıkamaz binanın tepesine, hele kenara, kadının yanına kadar… Yok yok, bal gibi attı adamı aşağı!”
“Öyle olsa birlikte düşerlerdi o daracık yerden, bence kadının bir şey yapmasına fırsat kalmadan adam korkudan düştü!”
“Neyse ne! Hak etmişti! Örnek olsun!”
“Haklısın, hak etmişti de… N’olacak şimdi? …”
Hızlı adımlarla konuşanlara yetişmeye çalışan gösteriden zorla uzaklaştırılan kadın telaşla sesleniyor;
“Özür dilemiş mi?”