Ellerim ceketimin cebinde, başım öne eğik, duruyorum. Ayakkabılarımı hafifçe oynatarak kuma gömmeye çalışıyorum. Kumsalın nemli yüzeyi sert. Yalnızca sıyırabiliyorum. Başımı kaldırıyorum tekrar. Dalgalar sahilde kırılıyor. Müziğini duyabiliyorum. Havanın tuzlu bir tadı var. Açık denizde, uzakta, rüzgâr türbinleri görünüyor bugün. Gökyüzü açık. Bir defasında ‘Hiç sevmiyorum onları’ diye sızlanmıştı. Neden diye sorduğumda, ‘Rüzgârı çalıyorlar!’ demişti. Bugün onlara da sahile de yetecek kadar güçlü rüzgâr. Beni korkutacak kadar.
Köşedeki minarenin külahı fırtınada uçup bahçemize düştüğünde, beş altı yaşlarındaydım. Bereli kaşkollu çocukların ertesi gün etrafında toplaştığını, içine girip, üstünden atladıklarını pencereden seyrettiğimi hatırlıyorum. Bir gün rüzgârın bizim çatımızı da alıp uçuracağını düşünür, korkardım. Belki, daha kuvvetlisi evimizi hepten uçurabilirdi bile. Canının istediği yere bırakabilirdi bizi. Bunu nazikçe yapmayabilirdi üstelik. Bazen, rüyamda tüm apartmanımızın rüzgârda gökyüzünde süzüldüğünü, kuleye hapsolmuş küçük bir masal kahramanı gibi rüzgârlı balkondan bulutları seyrettiğimi görürdüm.
Sahil boş bugün. Arkamda yoldan tek tük arabalar geçiyor. Rüzgâr nöbetindeyim ben. İncecik bir tabaka kum denize doğru akıyor. Dalgalar ile tam ortada buluşuyorlar. Denizin köpüğü, kumsalın köpüğüne dönüşüyor. Müzik duyuyorum. Benimle ilgili bilmeniz gereken her şey bu kadarcık: Rüzgârdan korkuyor ve ‘şey’lerin müziğini duyabiliyorum. Bir defasında ‘Vücudunun yüzde yetmiş beşi müzik senin’ demişti. Yoksa ben mi ona demiştim? Daracık kaldırımda art arda sessizce yürüyorduk. Şöyle bir dönüp bana bakmıştı. Tüm yorgunluğuna karşın gözleri ışıldıyordu. Ta içime bakmıştı. Birazdan gelecek. Beni alıp götürecek. O gelene kadar gözümü ufuktan ayırmadan, sahil boyunca bir sağa bir sola yürüyorum. Avını tartan, gözdağı veren bir hayvan olduğumu hayal ediyorum.
Bir yaz akşamı anneannemin damında rüzgâr nöbeti tutuyorum. Sofra bahçeden içeri taşınıyor. İşte annem, elinde tabak çanak merdiven çıkıyor. Kuzenlerim toz duman yolun yanında itişip kakışıyorlar. Anneannem bıkmadan her geçişinde gülümseyerek ‘Kenardan uzak dur e mi çocuğum’ diyor. Anneme ‘indir oğlanı şurdan’ derken gülümsemesi kayboluveriyor. Dedem bir saatine bir yukarı bakıp ‘Baban, geliyor mu, görüyor musun?’ diye soruyor. Görmüyorum. Babamı bir daha hiç göremeyeceğimi henüz bilmiyorum. Yemek yemiyoruz o gece. Annem günlerce ağlıyor. Damdan rüzgâr dinene dek inmiyorum.
Güneş batarken iskelenin ışıkları yanıyor. Yıllar önce yıkılan iskeleye çıkmak artık yasak. Üzerindeki eğlencelerin anısına rengârenk ışıklara bürünüyor geceleri. Ahşap kazıklara tünemiş kuşlarla soğukta büzüşüp bekliyoruz. Neredeyse gelecek. Beni kim bilir hangi maceraya götürecek. Bir defasında elimden tutup hiç bilmediğim bir müzeye götürmüş, kimsenin olmadığı bir koridorda öpmüştü beni. Müziğini duyabildiğimi o gün mü söylemiştim? Şimdi yine duyuyorum. Gittikçe yaklaşıyor. Cebimin içinde elim eliyle buluşuyor. Her şeyi yerinden oynatabileceğini bildiğim rüzgâr şimdi sıcacık esiyor.