“Bu da eşim Haydar, Burak Bey” dedi Perihan.
“Haydar sen öne otur” diye kocasına ön koltuğu işaret etti. Kendisi de arka koltuğa geçti. “Şu yoldan geri dönüp, ilerdeki sokaktan aşağı doğru inelim. Fazla uzak değil” dedi.
Burak Bey, iyi gelir getiren işinden yeni emekli olmuş, şehrin dışında son zamanlarda parlamaya başlayan bir semtte bir villa satın alıp taşınmıştı. Bundan sonra, biraz da keyfince yaşayıp yıllardır hayalini kurduğu ve ertelediği şeyleri yapmaya çalışacaktı. Dünyayı gezecek, bol bol okuyacak, hatta yazmaya çalışacaktı. En çok da gençliğinde başlayıp iş yoğunluğundan bırakmak zorunda kaldığı eski radyo koleksiyonculuğunu devam ettirmek istiyordu.
Taşınmanın hay huyu geçince “ şu radyo işine tekrar bir el atayım” dedi, kolları sıvadı.
Bir süre sonra evdeki eski radyo sayısı artmaya başlayınca, “Ne yapcan bu eski püskü şeyleri Burak Bey? Biz bunlardan kurtulmaya çalışıyoruz sen ise yeniden çöpçülüğe başladın. Bir de bunların tozuyla mı uğraşacam Allahaşkına?” diye çıkıştı eve gelen gündelikçi Perihan.
Bunca çalışkan ve becerikli olmasa, bir dakika durmaz, işine anında son verirdi bu patavatsız kadının. Kenar mahallelerden birinden gelen bu bilgiç kadın, boyundan büyük feylesofça lafları, bitmez tükenmez hayat hikayeleri ve akıl vermeleri ile Burak Beyi bazen kızdırır çoğu kez de güldürürdü. Kadının anlattığı matrak hikayelere güler, ama şımarmasın diye pek belli etmezdi.
Burak Bey bir gün antika pazarından keyifli döndü eve. Uzun bir süredir aradığı Sierra marka bir radyo bulmuştu pazarda, yüzü gülüyordu. “Bunun tıpatıp bir benzeri benim eski komşu Safiye’de de var” dedi Perihan can sıkıntısıyla, adamın antika pazarından yeni getirdiği radyoyu göstererek. Burak Bey buna pek ihtimal vermedi ya, yine de bir fotoğrafını çekip getirmesini istedi.
“Valla Burak Bey, ben artık o mahallede oturmuyorum ama, olur. Bu hafta sonu gider, çeker getiririm. Hem de Safiye’yi görmüş olurum. Orda yalnız kaldı garibim, yazık yaa! “ dedi Perihan.
Fotoğraf geldiğinde adam gözlerine inanamadı. Gerçekten de fotoğraftaki radyo kendisindeki radyonun bir benzeri ama daha eski ve piyasada bulunması nerdeyse imkansız olan 1930’lu yıllara ait bir modeldi.
Safiye ilk önce radyoyu satmak istemedi, “rahmetli babamdan bir bu kaldı yadigar” dedi. Ama birkaç ay sonra “çok sıkıştım Perihan. Senin patron hala radyoyu almak istiyorsa alsın”, diye haber gönderdi.
Radyo büyüktü. Dolmuş- metroyla taşınması riskli olurdu. Burak Bey, o gecekondu mahallesine kendi arabasıyla gitmeye, radyoyu yerinde görüp gerçekten fotoğrafta gördüğü gibiyse alıp getirmeye gönülsüzce karar verdi. Gönülsüzlüğü, radyoyla değil, radyonun bulunduğu yerle ilgiliydi. Gece kondu mahallelerini ve orda yaşayan insanları oldum olası küçümsemeyle anar, mümkün olduğunca kendi dünyasının dışında tutmaya çalışırdı. Ama fotoğrafta gördüğü radyo aklını çelmişti bir kere…
Bir akşam üstü arabasıyla yola koyuldu. Önce Perihan’ın oturduğu evi bulacak, sonra beraberce Perihan’ın eski mahallesine, radyonun bulunduğu komşusuna gideceklerdi. Ama daha yola koyulur koyulmaz huylanmaya, sağı solu kaşınmaya başladı. “Bir hastalık ya da bit mit kapmadan geri dönsek bari” diye düşündü.
Arabadaki navigasyonun yardımıyla Perihan’ın mahallesini buldu. Geçtiği caddeler boyunca sağda solda devam eden asfalt, kanalizasyon, kablo kanalı ve refüj çalışmaları, apartmanların dış cephe boyalarının temizliği mahallenin yeniliğini ele veriyordu. Belli ki yakın bir zamana kadar buralar da gece kondu bölgelerinden biriydi. En fazla üç, bilemedin beş yıl içinde gecekondu evlerinin yerini yan yana dizili apartmanlar almıştı. Navigasyonun tarif ettiği hedef noktaya ilerlerken ne bir yeşil alan, ne bir oyun alanı ne de bir otopark gördü.
Perihan’ın adresini buldu, apartmanın önünde durdu.
***
“Şu yoldan geri dönüp, ilerdeki sokaktan aşağı doğru inelim. Fazla uzak değil . En fazla on beş dakika” dedi Perihan, eliyle arka koltuktan yolu işaret ederek. Haydar’la Perihan arabaya bindiğinden beri Burak Bey’in kaşıntısı artmıştı. Bu Perihan eve geldiğinde daha temizdi sanki.
“Eskiden biz de o mahallede oturuyorduk. Sonra arsayı müteahhide verdik. Geçici olarak kiraya bu mahalleye taşındık. İyi ki de buraya taşınmışız. Burada medeniyet var Burak Bey, medeniyet. Sıcak suyu, banyosu, tuvaleti içerde. Hastanesi var, okulu var. Avemesi, sineması var. Kurtulduk o mahalleden. Apartmanda oturmak gibisi var mı? Ama gel de bunu bizim Safiye’ye anlat! ‘Arsayı satmam, apartmana taşınmam’ diyor da başka bir şey demiyor akılsız. Dünya deviniyor, sen de ona uysana be kadın !“
Burak Bey, Perihan’ın ağzından çıkan kelimelere inanamadı “Ne dedin? Anlamadım” dedi. “Dünya, diyorum Burak Bey, dünya deviniyor. Direnmek niye?”
Burak bey gülmeye başladı. “Bizim Perihan feylesofluğa başladı yine. Bundan korkulur vallahi” diye düşündü. Ön koltuğa büzülmüş olan zavallı Haydar’a yan gözle baktı.
“Mecbur kalmasam eski mahallenin yanından bile geçmem valla”, diye devam etti Perihan. “Zaten kimse de kalmadı ki. Aha işte bir bu akılsız Safiye…. Bir de nerden geldiyse şu Suriyeliler… Kendi memleketlerinde savaşacaklarına gelip bizim gül gibi memleketimize kondular. Onlar burada sefa sürüyor, bizim askerler de orda onlar için ölüyor.”
Burak Bey Perihan’ın felsefeden dış siyasete geçtiğini görünce biraz daha gaza bastı. Böylece önce bir caddede ilerleyip sonra da birkaç sokağa saptılar. Sonra birden apartmanların bittiği boş bir araziye girdiler. Asfalt da sona erip yerini bozuk, stabilize bir yola bıraktı.
“Az kaldı. Safiye’nin evi biraz ilerde” dedi Perihan.
Arabayla çoğu boşaltılmış yıkık dökük evlerin arasında bata çıka ilerlerken Burak Bey televizyon ekranlarında bolca gördüğü, Ortadoğunun bombalarla yıkılmış şehirlerinden birine girmiş hissetti kendini biran. Belli ki yap satçılar buraya girmişti bir süredir.
Biraz daha ilerleyince bahçeli, duvarları tuğla ve briketlerle örülmüş, tek katlı, sağı solu teneke parçalarıyla yamanmış, bir eve vardılar. “Geldik Burak Bey, burada duralım” dedi Perihan.
Safiye onları kapıda karşıladı. “Hoşgeldiniz” diye elini uzattı. Burak Bey kadının kara, tombul elini sıkıp sıkmama konusunda kararsız, bir süre öylece kaldı. Sonra istemeye istemeye elini uzattı, kadının eline parmak uçlarıyla şöyle bir dokunup hızla geri çekti. “Çay hazırladım ben de geleceksiniz diye. Buyrun oturun” dedi Safiye.
Evin önüne sokağa bir kanepe atmışlardı, önüne de yine en az kanepe kadar eski, her tarafı dökülen birkaç sandalye.
Burak Bey üstüne pislik bulaşacakmış gibi kanepenin ucuna iğreti oturdu. Bacak bacak üstüne attı. Haydar da yine Perihan’ın gösterdiği bir sandalyeye ilişti.
“Nasılsın Safiye, ne yapıyon kııı? Niye hiç gelmiyon bizim oralara?” diye sordu Perihan, artık o eski mahallilerden biri olmadığını belli eden üstten bir ses tonuyla…
“Ne yapayım be bacım. Sabahtan akşama kadar bu evin önünde böylece oturuyorum işte. Aha bunların yüzünden şurdan şuraya gidemiyom.” Kafasıyla yan taraftaki evi, evin önünde akşam serinliğinde toplaşmış kalabalık, gürültücü aileyi gösterdi. “Bunlar geldi geleli bir yere gitmeye korkuyorum vallahi. Hırsızlık desen bunlarda, affedersin orospuluk desen bunlarda. Ayrılsam, anında ne var ne yok götürürler. ”
Burak Bey “konu fazla dallanıp budaklanmaz inşallah” diye geçirdi içinden. Yan gözle Safiye’nin işaret ettiği eve doğru şöyle bir baktı. Yıkık dökük evin önünde kadınlardan biri sokağın ortasında ateş yakmış akşam yemeği için patlıcan közlüyordu. Erkek çocuklardan biri kimbilir nerelerden bulduğu kırık dökük bir bisikleti cantları üzerinde gacır gucur sürmeye çalışıyordu. Bir diğeri, bir teneke kutuyu önüne almış eline geçirdiği iki çubukla trampet niyetine çalıyor, bir yandan da “drum dum, drum dum” diye ağzıyla tempo tutuyordu. İki kız çocuk ise önlerindeki bir bez bebeğe banyo yaptırıyorlardı.
“Eee sat kurtul diyorum da anlamıyorsun be Safiye” dedi Perihan . “Sat da gel işte bizim oralara”
“Nasıl satayım be bacım. Kocamla beraber en büyük oğlan daha bebeyken kendi ellerimizle yaptık biz bu evi. Briketini beraber taşıdık, harcını beraber kardık. Çatıyı çatıp da başımızı sokuncaya kadar bebeğimizi geceleri el arabasında uyuttuk. Diğerleri burada doğdu, burada büyüdü. Kocam öleli yıllar oldu ya, satıp gitsem, kocamdan asıl o zaman ayrılacakmışım gibi gelir bana.”
Safiye’nin küçük kızı bir tepsinin üzerinde demlikle çay bardaklarını getirdi. Burak Bey kendisine uzatılan çay bardağını alırken kenarındaki lekelere, şeker dolu kabın üzerinde dolaşan sineklere gözü takıldı. “Şeker kullanmıyorum. Çay da mideme dokunur ya, alayım …”dedi. Bir iki yudum içer gibi yapıp bardağı avucunun içinde tutmaya başladı. “Şu radyoya bir gelebilsek !” diye geçirdi içinden.
Safiye, Burak Bey’in huzursuzluğunu anlamış gibi asıl konuya geçti, “ Mecbur kalmasam hiç satar mıyım bacım” dedi. “Ev kocamın yadigarıysa, radyo da babamdan hatıra. Ama ne yapayım işte, faturalar biriktikçe birikti. Elektrik – suyu ha kestiler ha kesecekler.” Söylediklerinden utanmış gibi, biraz durdu. Sonra devam etti. “Dedim ya, o babamdan bana kalan tek yadigar. Yıllar önce babam kapıcılık yapmaya başladığında çalıştığı apartmanda oturan bir Yahudi vermiş ona. Akşamları başında oturur yanık türküleri dinler dinler ağlardı. Kim bilir, neleri hatırlardı. Belki anamı, belki köyünü. O yüzden ne zaman bu radyoya baksam, başında oturup türkü dinlerken ağlayan babamı hatırlarım” dedi. Başörtüsünün ucuyla yanaklarından süzülen yaşları belli etmeden silmeye çalıştı. Burak Bey ilk defa yüreğinde bir yumuşaklık hissetti. “Çok mu oldu babanız öleli” diye bir şeyler soracak oldu.
“Çok oldu Burak Bey, çok oldu. Önce babam, sonra kocam çekip gitti. Beş çocukla kaldım bir başıma. Anam ise daha çocukluğumda biz köydeyken göçtü. Ben gidemezdim ama babam her yıl ne yapar eder köye, anamın mezarını ziyarete giderdi. Giderken de incik boncuk satan dükkanlara uğrar, bizim ora kadınlarının boynuna taktığı sarı boncuklardan alırdı. ‘Anan bunları çok severdi. Sağlığında alamadım, bari öteki dünyada gönlünü hoş eyleyeyim’ derdi. Götürüp mezarına bırakırdı herhal. Uzun zaman sırf bunun için köye gidip geldi babam. Sonra bir gün haber aldık ki köyün yakınından geçen çayın üzerinde baraj inşaatı başlamış. Birkaç yıl sonra tüm köyle beraber anamın mezarı da sular altında kaldı. Babam da bir daha mezara gidemez oldu. İnanır mısın Burak Bey, babam sanki ondan sonra ölmeye başladı. Birden değil, yavaş yavaş… ‘İnsan yavaş yavaş ölür mü ? ’ deme Burak Bey, ölür. Aha bu mahalle gibi, ölür. Babam bir zaman daha sanki mezara gidecekmiş gibi boncukçudan sarı boncuklar almaya devam etti. Birkaç gün elinde evirir çevirir, cebine sokar çıkarırdı. Sonra ne yapardı bilmem, boncuk kaybolur giderdi”.
Nihayet radyoyu görme zamanı geldi. Burak Bey radyoyu görür görmez parayı uzattı, kendisi kucağına alıp odadan çıkardı. Arabanın bagajına koyacakken Safiye ve Perihan da yardım için arabanın bagajına doğru yaklaştı. Safiye radyoya son bir defa dokunmak ister gibi bir köşesine el attı. Bu sırada diğer köşe, büyük bir dikkatle radyoyu bagaja indirmeye çalışan Burak Beyin elinden kaydı. Radyo gürültüyle arabanın bagajına düştü, arka kapak olduğu gibi dışarıya doğru açıldı. Bagajın dibine birkaç kablo ve radyo parçasıyla beraber bir bezin içinden bir sürü boncuk saçıldı. Herkes şaşkın gözlerle, bagaja saçılan sarı boncuklara bir süre öylece bakakaldı.
Safiye parayı koyduğu yerden çıkarıp uzattı: “Bu radyoyu benden almayın Burak Bey” dedi.
“Varsın elektrikler kesilsin”…
Bir Kadri Atlı Öyküsü daha…
Nostalji, geleneksel yaşam / modernite karşılaştırması, zamanın tutulamazlığı, inadına moderniteye direniş, ve ile de ille vefa…
Anlatım zamanı, zaman geçişi, kurgu çok güzel, dil akıcı ve dokunucu… Gidip eski bir radyo alasım geldi…
Klavyene sağlık (Nasıl da çirkin duruyor!) demek istemiyorum; klavye çıktığından beri şöyle gönül rahatlığıyla “Kalemine sağlık.” diyemez olduk… Yüreğine, düşüncelerine sağlık…
Yazarın tek kusuru, bu kadar az öykü yayınlamış olması…
Saygılarımla…