Ali’yle Fuat, hafta sonları buluşuyor, birbirlerinin evlerine gidip geliyorlardı. Ali eline geçen fazla ne varsa Fuat’la paylaşıyor, evlerine sebze ve meyve taşıyordu. Ali bir hafta sonu Fuat’la yine Bayram’ın kahvesinde buluştular. Ali bir süredir kafasında gezinen düşüncelerini Fuat’la paylaşmak isteyerek söze girişti:
Fuat biliyorsun, uzun zamandır arkadaşız. Bir kardeş gibi olduk adeta. Fakat gerçek bir kardeş olmalıyız diye düşünüyorum, birbirimizin arkasını her koşulda korumalıyız.
Nasıl yani?
Bak Fuat. Sırtımızda yükümüz hayli ağır, birlikte daha güçlü olabiliriz. İstediğimiz gibi okuyamadık. Ne oluruz? Hayata neresinden tutunuruz bilinmez. Ama bu kardeşlerimiz için böyle olmamalı.
Tamam da… Nasıl olacak?
Güçlerimizi birleştirerek.
Nasıl yani?
Ailelerimizi birleştirerek!
Fuat bir anda donup kaldı. Bir şeyler sezinler gibi oldu ama adını koymak istemiyordu. Suskunluğunu koruyarak Ali’nin devam etmesini istedi. Ali sözü daha fazla uzatmadan doğrudan konuya girdi:
Annen Muzaffer Teyzenin benim de annem olmasını düşünüyorum.
Fuat’ın dudaklarında seğirir gibi bir tebessüm belirdi. Ali bunu pek anlamlandıramadı ama sözlerine devamla,
Her ne kadar çocukları da olsa annen de babam da yalnızlar. Birbirlerine sahip çıkarlar. Biz kira ödemiyoruz. Bir arada olursak siz de kiradan kurtulmuş olursunuz.
Fuat omuzlarındaki yükün hafiflediğini duyumsadı bir an. Oturduğu sandalyede doğrularak,
Peki, Kemal Amca biliyor mu bunu?
Hiç kimse bir şey bilmiyor. İlk kez sana açıyorum, uygun görmezsen bir taş altına bir taş üstüne koyar geçeriz.
Fuat tevekkül içinde rızasını açıklarcasına,
Allahın emri, Peygamberin kavliyle annemi babana istiyorsun yani… Ben annemle, sen babanla bu konuyu konuşmalıyız.
Sonraki günlerde Ali ve Fuat ailecek hummalı bir faaliyete giriştiler. Ali’ler Okmeydanı’nda taksitle aldıkları bir arsa içine kondurulmuş bir kulübede yaşıyordu. Birkaç gün içinde bu kulübe yeni bir odayla genişletildi. Dört erkek kardeş bu kulübede yatacaklardı. Kardeşler hep beraber bir şenlik hazırladılar, güle-oynaya gelinle damadı kutladılar. Sonrasında iki aile kaynaşıp bir anda on kişilik koca bir aile oluverdi.
Fuat işinde bayağı ilerlemişti. Bir akşam eve lambalı bir radyoyla geldi. Radyoyu evin bir köşesine özenle yerleştirdiler. Ev halkı sevinç içinde, kısa sürede radyonun müptelası oldu. Perşembe gecelerini iple çekiyorlardı. Radyo tiyatrosu vardı. Evdeki ördek sobanın üzerinde kestane ya da kabak çekirdeklerini kebap edip, radyodaki piyesi keyifle dinliyorlardı. Muzaffer Hanım elinde örgüleriyle ‘arkası yarın’ları ve ‘Uğurlugiller’i kaçırmıyordu.
Erkek kardeşlerin kulübesi geceleri kışla gibi oluyordu. Odada karşılıklı iki ranza, ortada da bir masa vardı. Küçük kardeşler üst, ağabeyler alt ranzalarda yatıyordu. Yatmadan önce küçük kardeşler tekmil veriyor, derslerindeki eksiklikler tamamlanıyordu. Sonrasında da ağabeyler kendi derslerine bakıyorlardı.
Fuat yine bir gün eve koca bir çantayla geldi. Toplama bir radyonun parçalarını çantadan özenle çıkararak yattıkları odadaki masaya serdi. Radyonun lambaları, kadranı, kondansatörü, fişi, mikrofonu her biri bir taraftaydı. Fuat her gün bir şeyler yaparak birkaç gün içinde koca bir radyoyu ortaya çıkardı. Kulübenin çatısına da koca bir anten yerleştirdi. Radyonun sesi açıldığında kulübe zangır zangır titriyordu. Geceleri odalarına çekildiklerinde radyoyu açıp bütün dünyayı dinliyorlardı. Gençler bu işe kendilerini öyle kaptırmışlardı ki, bazen çıkardıkları gürültünün farkına bile varamıyorlardı. Yine böylesi bir gecede kulübelerinin kapısı şiddetle vuruldu. Ali ve Fuat birlikte kapıya fırladılar. Karşılarında yandaki kulübede oturan Haşmet Reis iş donuyla karşılarında duruyordu, elinde de koca, kalın bir sopa vardı. Haşmet Reis bitişikteki kulübede ailesiyle birlikte yaşıyor, Perşembe Pazarı ile Yemiş İskelesi arasında kayıkçılık yapıyordu. Erken yatıyor, sabah ezanıyla birlikte kalkıyordu. Gecenin karanlığında gözleri yuvalarında fıldır fıldır dönen Haşmet, gençlerin üzerine yürüyerek,
Ha bu pok yiyen evde neler oliy, içerdekular kimdur?
diye hiddetle sordu. Ali, ileri atılarak, itidalle,
İçerde bizden başka kimse yok Haşmet Amca. Sesler radyodan geliyor, sesini biraz fazla açmışız kusura bakma. Rahatsızlık verdiğimiz için özür dileriz.
Ha bu gavırun malunu sizde mi eve soktunuz? Ha buraya yazayrum, bu gavurlar dünyanın sonunu vakitsiz geturecekler.
Haklısın Haşmet Amca!
Sabah kalkıp işe gideceğuz daa… Bütün gün kürek çekmekten anamuz gevremuş
diyerek, ‘la havle’ çekip bahçeyi hışımla terk etti. Ev halkı da ayaktaydı, Ali “biraz ayıp ettik” diyerek, onları da sakinleştirip evlerine girdiler.
Bu olaydan çok değil, yaklaşık üç-beş ay sonra, tekrar kapıları çalındı. Bu kez Haşmet’in büyük oğlu Bilal kapıdaydı. Evlerine Aga marka güzel bir radyo almışlardı. Fuat’tan radyoyu kurması ve ayarlaması isteniyordu. Haşmet’in karısı Hatice Hanım, Muzaffer Hanım’a gide gele radyonun müptelası olmuştu. Gündüzleri gizliden gizliye evden çıkarak Muzaffer Hanım’a varıyor, birlikte radyo dinliyorlar, özellikle de, akşam çayı eşliğinde ‘Uğurlugilleri’ kaçırmıyorlardı. Haşmet Reis ise akşamları kahveye çıkıp ‘haberleri’ dinler olmuştu.
Fuat, Haşmetlerin evine gidip radyoyu özel olarak yapılmış, çoluk-çocuğun erişemeyeceği, duvarda oldukça yüksek bir yere monte edilmiş rafına yerleştirip bütün ayarlarını yaptı. Sonrasında “işte oldu” diyerek, ev halkının beşlik simitler gibi yayılan yüzlerinin eşliğinde basamak yaptığı tabureden aşağı inerken, gözleri Haşmetinkilerle karşılaştı. Fuat, zafer kazanmış bir komutan edasıyla, Haşmet’in çatık kaşlarının altındaki gözlerinden içeri bakarak,
Haşmet Amca bundan böyle haberleri rahat köşenden dinleyeceksin, güle güle kullanın.
Haşmet gözlerini yere indirerek mırıldanır bir sesle,
Sağ ol, pakalum daha neler goreceğuz.
Fuat tam da bu sırada taşı deliğine koyarcasına,
Peygamber Efendimiz boşa söylememiş Haşmet Amca, “Zaman sana uymazsa, sen zamana uyacaksın!”