Sarı araba, yoğun İstanbul trafiğinde adım adım ilerliyordu. Her taraftan gelen korna sesleri, sanılanın aksine yolun açılmasını sağlamıyordu. Şoför, bir haftalık sigara bırakma stresini, ağzındaki sakızdan çıkarıyordu. Soğuk kasım günü, sol kolunu pencereden çıkarmasına engel olduğu için rahatsızdı, kıpırdanıp duruyordu. Biraz olsun sıkıntısını atmak için yolcusuyla konuşmayı denemiş, kadın oralı olmamıştı. Arka koltuktaki yolcu, adresi verdikten sonra tek laf etmeden oturmuş, ne şoförü ne korna seslerini ne de gürültülü sakız çiğnemelerini işitmişti. Gözlerini sağ kapının penceresinden dışarıya sabitlemiş, çeşit çeşit şekillerin, evlerin, insanların ardında gördüğü, kendi iç dünyasına bakıyordu. Koyu kahverengi gözlerinin etrafı bir zamanlar ne kadar güleç olduğunu gösteren kırışıklıklarla doluydu. Kızıl saçlarını siyah, kaşmir bir şapkayla örtmüş, şakaklarındaki beyazları dışarıda bırakmıştı.

“Verdiğin adresteki sokakta benim amcamlar otururdu bir zamanlar, abla. Sokağa adını veren meşe ağacının dibindeydi hemen evleri.”

Kadın, ‘meşe’ sözcüğünü duyar duymaz, dış dünyaya geri döndü. “Ağaç duruyor mu hâlâ?” diye sordu.

Şoför, sonunda yolcusuyla iletişime geçtiği için mutlu oldu. “Yıllardır hiç gitmedim abla. Amca oğlu rahatsızlandığı için, daha doğrusu kafayı sıyırdığı için taşınmak zorunda kaldılar. Benim de yolum bir daha bu taraflara düşmedi.”

Kadın tekrar düşüncelere daldı. Ağacı düşündü. Ağacın gözünden kendi gençliğini gördü; uzun dallarının altında, bankta oturan kendini ve onu…

“…millet kendini haklı görüyor hep! Hiç…neydi o kelime, hah buldum, şey, empati yok! Hep ben hep ben…” Şoförün dili açılmıştı bir kere. Yolcusu dinlesin ya da dinlemesin bir şeyler anlatıyordu sürekli.

Kadın, ağaç oldu yeniden. Filiz ve Ömer’in buluşmalarına tanık oldu; birbirlerine söz verişlerine, öpüşmelerine…Bir gün Ömer bankta otururken, Filiz arkadan gizlice yaklaşıp sımsıkı sarılmıştı boynuna. Ömer, sarılan kolları bir anda söküp atmıştı boynundan. “Artık bitirelim. Ben istemiyorum,” deyip çekip gitmişti. Bir daha da onları birlikte göremez olmuştu.

Taksi bir sokağa sapıp ani bir frenle durdu.

“Verdiğin adrese geldik abla. Numara kaçtı, seni evin önüne kadar götüreyim istersen.”

Dikiz aynasından yolcusuna sırıtırken, sakızını arka dişlerinin arasına sıkıştırdı.

Filiz, bir apartmanın yan duvarına yazılmış olan “Meşeli Sokak” yazısını okudu. “Burada ineyim, teşekkür ederim,” dedi parasını uzatırken, “üstü kalsın.”

Şoför, arabadan hızla inip bagajdan bavulu çıkardı. Etrafa göz atıp, “Vay beee… Ne kadar da değişmiş buralar! Ömer görse buralara yine ‘perili yer’ der mi acaba?” dedi gülerek. Sonra kendisine şaşkın şaşkın bakan yolcusuna “İyi günler abla,” diyerek sarı arabasıyla, sonbaharın sarı ışıkları arasına karıştı.

Filiz, uzun bir süre olduğu yerde kalakaldı. Bir ürperti hissetti. Paltosunun düğmelerini ilikledi. Bavulunu arkasından sürükleyerek yürümeye başladı. Kafası karışmıştı. Acaba Ömer… Başka Ömer olamaz mı? Evet o olamaz herhalde, koskoca İstanbul’da…Kafayı mı sıyırdı demişti? Yok yok o olamaz tabii ki! Etrafına bakındı. Hiçbir şey tanıdık değildi. Emek Bakkal yoktu, Klass Erkek Berberi vardı yerinde. Yorgancı Necmi yoktu, hurdacı dükkânı vardı. Neden gelmişti ki buraya? Yirmi yıl sonra ne bulabilirdi? O eski Meşeli Sokak, kendi dünyasında buruk bir anı olarak yaşıyordu ne güzel. Bu dünyada onu aramanın ne anlamı vardı?

Sonra onu gördü! Kocaman dallarını uzatmış, fısıldıyordu. “Ben buradayım, senin dünyan da burada!” Filiz koyu kahverengi gözlerinde biriken damlalarını salıverdi. Koşar adımlarla meşe ağacına doğru yürüdü. Bavulu bırakıp geniş gövdesine sarıldı. Yanağını ve kulaklarını ağacın sert gövdesine yapıştırıp, fısıltılarına kulak verdi. Meşe, asırlık öyküler anlattı; onlardan önce, onlar varken, onlardan sonra devam eden öyküler…

Filiz, ağacın dibine oturdu. Kızıl yapraklı bir sarmaşığın, zeminden başlayarak, meşenin gövdesine ve oradan en uç dallarına kadar ilerlediğini gördü. İşte o an sarmaşığın hışırtısını işitti, “Senden filizlendim ben, onun boynuna sarıldığın yerden. Öykün benimle devam ediyor.”