Bir edebiyat dergisi, okurlarını güzel ve kışkırtıcı bir fotoğrafla “çeyiz sandığı” temalı öykü yazmaya davet ediyordu. Bu edebiyat dergisini çok seviyor, arasıra öykülerim yayımlansa dünyalar benim olur, diye düşünüyordum. Katılmayı çok istememe karşın “Çeyiz Sandığı” konusu dilsiz, uyarısı cılız, yabancı bir alan olarak, karşımda günlerce kıpırdamadan bekliyor, ipucu vermiyordu. Hayal gücümü tetikleyen kitap, metin ya da bir çağrışım olsaydı bu konuda, çok güzel olurdu. Bir kitapla hayatı değişen yazara gıpta ediyordum. Neredeydi hayat değiştiren o kitaplar? Neden ben onlara hiç rastlamıyorum diyordum ki… Birdenbire okuduğum bir öykü aklıma geliverdi. Kaderim pek cömert değildir. Bana bir kitap sunmadı. Bu öyküyle yetinmemi söyledi. Buna da şükür! Bir kitap değil, öykünün bütünü de değil, sadece birkaç cümlelik bölümü bile hayatımı ve bakış açılarımı değiştirdi. İlginç yeni görüşler ve düşünüş biçemleri kattı hayatıma.
Kısa zaman önce aynı edebiyat dergisinde okumuştum bu öyküyü. Tamı tamına hatırlamasam da, öyküdeki bölüm aşağı yukarı şöyleydi:
“…Dünya kendi çevresinde bir kirman gibi dönüyor, zamanı büküyor, ‘Altınpostlu Koçun’ yününden biz insanoğulları için kader ipliklerini eğiriyordu. Her birimizin payına düşen bu kader ipliklerini hücrelerimizdeki sandığa koyup kilitliyordu.”
Birden kafama dank etti. Doğa ana, henüz anne rahminde cenin halindeyken, meşakkatli bir yolculukla doğacağımız görünür bu dünya için bize ‘Çeyiz Sandığı’ mı hazırlıyordu? Öyleyse her canlı için doğmak, yaşamla birlikteliğin ilk günü, bir tür yaşamla dünya evine girmek demekti. Gerçekten de ‘Çeyiz Sandığı’ evliliğe hazırlanmak, ikili yeni bir hayatın pratiğine hoş, güzel ve kullanılabilir nesneler yapmak, derlemek, toparlamak değil miydi? Çok ilginç bir şey buldum heyecanı içinde, her birimizin kendi hücrelerimizdeki çeyiz sandığımızı, beraberimizde bu yenidünyaya taşıyor olduğumuzu fark ediyordum. Her doğum günü, yaşamla birlikteliğin düğünü, kutlamasıydı. Neden olmasın ki? Evet… Tabii öyleydi!
İyi de… Doğa Ana benim çeyiz sandığıma neler koymuştu? Ve ben çeyiz sandığımı nasıl açacak, içindekileri nasıl kullanacaktım? Birden bire ışıkların içinde umut ve mutluluktan uçarken, hızla alacakaranlıkta yere çakıldım. Bu ani yükseliş ve çöküş karşısında öfkeye kapılmadım dersem yalan olur. Neye sinirlendim şimdi, diye sordum kendime. Bu tehlikeli bir soruydu. Dönüp dolaşıp yine bana, kendime dönecekti öfkenin okları. Olsun dedim, bağrımı delip geçsin… Acıtsın! Acıtıyordu. Kanatsın! Kanatıyordu yüreğimi. Ellerim böğrümde dolanık, zonklayan şakaklarımla kilitli çenem, ortalık yerde çaresiz kalakaldım. “Oğlum senin kısmetin bağlı, nasip değilmiş öykü yazman. Sende bu şans varken, yazıp gönderseydin de, beğenilip yayımlanmazdı” diyordu. Uğursuz bir falcı kadın diliyle kaderime dair varsayımlar fısıldıyordu içimdeki ses. İşin acıklı yanı, söylediklerine hak veriyordum da… Kahretsin! Bulanık bir görüş, karmaşık bir ruh hali içindeydim. Bazen neler olduğunu bilemezsin ruhunda. Ne istediğini de. Acıklı bir film izlersin… Ağlarsın doyasıya. İstediğin ağlamak değildir aslında. Ama bu karmaşık duyguların ifade biçimi olup çıkıverir ağlamak. Yüzünün hali, gözyaşlarının yüzünde bıraktığı belli belirsiz iki çizgiden daha derin, daha kapsamlı bir ifade biçimi de yoktur. Tam da bu kıvamda, içimdeki ses diyordum, kaderime dair öngörü ve varsayımlarda nasıl bulunabiliyordu? Daha lafımı bitirmeden, egosantrik, şımarık ve söz dalaşı sever bir politikacı gibi cevabı artarda yapıştırıveriyordu. Sesim soluğum kesiliyor, uğuldayan kulaklarımla duyduklarıma inanamıyordum. “Senin kilitli zannettiğin çeyiz sandığın açık! Yaşına başına bak! Bunca yıldır bu sandıktan çok şey kullandın durdun. İçinde bilmediğin bir şey kaldı mı sanıyorsun? Menzile bu kadar yakınken, yaşadığın süre içinde kaderin böylesine deşifre olmuşken, sandığında daha neler bulacağını sanıyorsun?”
Bir “bre gafil” demediği kaldı… İyi mi?
Genetik biliminin kapağını araladığı bu sandıkta neler yoktu ki! Popüler bilimden öğrendiğim kadarıyla boyum posum, göz, ten ve saç rengim vardı. El becerilerim, zekâm, genel sağlığım ve tüm organlarımın işlevleri, zaaflarım, eğilimlerim, kısaca hayatımın yol haritası vardı. Geriye dönüp ciddiyetle hayatıma göz attığımda, sandık kapağının çoktan açılmış, içindekilerin ortalığa saçılmış olduğunu görüyordum. Ve daha ne görecektim? Bütün bunların bana ne faydası vardı ki? İçinde kala kala işlevsiz birkaç döküntü kalmış olmalıydı. Giderek boşalan sandıkta bizzat benim koyduğum gerekliliği kuşkulu anmalık şeyler belki! Oysa bir gelinin çeyiz sandığında mutlu bir hayatın inşası için umut vardır. Kendine, eşine, geleceğine güven ve bu yola koyulmak için cesaret vardır. Zaman, insanı gençlikte arkadan iter, yaşlılıkta ensesinden tutup çekermiş. Arkada kırık dökük bir hayat, bir enkaz bıraksa da, Sisifos’un kayası gibi, ömür boyu taşımakla yükümlü olduğum, zorlansam, istesem, istemesem de bu benim sandığımdı. Belki de Sisifos’un taşıdığı ağır bir kaya diye bildiğimiz, kendi çeyiz sandığından başka bir şey değildi… Kim bilir? Öyküsünden biliyorduk ki onun sandığı, ağzına kadar zekâ, kurnazlık, inat, başkaldırı ve azimle dolu olmalıydı.
Anladım ki benim çeyiz sandığımda, geleneksel el emeği, göz nuru oyalı, işlemeli örtüler, havlular, çarşaflar gibi şeyler yoktu. Acı, gözyaşı, pişmanlık, hayıflanma, hüsran, gereksinim ve kendini var etme konularında yetersizlik vardı. Tutup, tekrar tekrar varoluşumu yine, yeniden düzeltmekten yorgun, bunca tekrardan bıkkın olmanın dışında, elimde kalanlar ne diye soruyordum kendime. Dönüp, hala büyük bir kayayla -ki o artık bana göre bir sandıktı- yokuşu tırmanmakta olan yoldaşım Sisifos’a bakıyordum. Bir ara sanki beni fark etti. Duraksadı ve bakışıyla yürekten bir selam çaktı. “Sisifos” dedim, “bana yükünden biraz inat ve biraz da azim ver ki yükün hafiflesin!” Kahkahalarla gülmeye başladı Sisifos. “Seni gidi uyanık seni…” dercesine gülüyordu. Dağ taş sarsılıyor, yer gök inliyordu. İri kayayı elinden kaçıracak diye korktum. Tırmanışına devam ederken, “Sen” diye seslendi Sisifos “beni güldürdün. Ömrüne bereket! Uzun zamandır böyle gülmemiştim.” O, bitmez tükenmez tırmanışını sürdürürken sanki yükü gerçekten azalmış gibi rahat hareket ettiğini görüyordum. Benim de yüküm hafiflemişti sanki. Sisifos’la karşılaşmak bana da iyi gelmişti. Hemen bilgisayarın başına geçip bu öyküyü tamamlamağa koyuldum. Ne kadar çalıştığımı, didindiğimi, zamanda ne kadar ilerlediğimi bilmiyordum. Birden onun sesiyle irkildim. Baktım, dağın tepesine tırmanmış, yere koyduğu yükünün üzerine oturup bacak, bacak üstüne atmış, gülümsüyordu. Harika… Dedim, sevgili Sisifos… Başarmışsın! “Evet… Başardım nihayet! Sen de öykünü yazıyorsun galiba” dedi gülerek. Evet, Sisifos, bitirince sana mutlaka okuyacağım. Olur, anlamında göz kırptı. Bakışlarını ufukta dolaştırdı. Sonra bir noktaya sabitledi ve daldı gitti.
Acaba Tanrılar cezayı kaldırmışlar mıydı? Öyleyse neden? Yoksa Tanrılar, bizim karşılıklı insani merhamet ve duygudaşlığımızdan utanıp cezayı sonlandırmış olabilir miydiler? Bundan sonra onun ne yapacağını merak ediyordum. Döndü. “Burada kalacağım ve aranızda yaşayacağım. Bu arada bakıyorum sen de öykünü tamamlamak üzeresin.” Bitirdim bile dedim. Sanki telepatik bir iletişim yeteneği ile düşüncelerimi okuyordu. Yazdığım metni ona okudum. Bir sıkılmışlık belirtisi göstermeden ve yer yer gülümseyerek dinledi. Sormadan edemedim: Beğendin mi? “Söyleyemem…” dedi. Neden dedim, kötü mü olmuş? “Yoo…” Dedi, “Geçmişine bakışındaki aşırı mızmızlanma bölümleri dışında fena sayılmaz.” Ama sen öykümü değil beni eleştiriyorsun. “Neden, yazdıklarından sen sorumlu değil misin? Eleştirilere karşı bir tepki sende mi gelişiyor, yoksa yazdığın metinde mi? Mesela, eleştiri alınca metindeki satırlarda bir dalgalanma, bir titreme falan mı oluyor?”
Doğru söylüyor diye düşündüm ve güldüm. O da güldü. Sonra ikimiz de birlikte güldük. Sırtımda taşıdığımı sandığım Sandığın dayanılmaz ağırlığını ve geçmişin abidevi enkazını unutmuş… Hafiflemiştim. Tuttum, bu ilk öykümü dergiye gönderdim.