Sıcaktan nefes alamaz haldeydim. Saç diplerimden, koltuk altlarımdan fışkıran ve yapışkan yollar yaparak bedenimin her yerine akan terden nefret ediyordum. Toplantıya uygun giyindiğimden bedenimi sımsıkı saran döpiyes de terin izlerini bir harita gibi ortaya çıkarıyordu. Bir saatten fazla zamanım vardı. Geç kalmamak için erken yola çıkmanın cezası: Boş boş sokaklarda dolaşmak!

 

Taksim Meydanı’na yakın lüks bir otelde sunum yapacaktım. Ama artık aynı yalanları tekrarlamaktan bıkıp usandığım günlerden biriydi. Berbat bir haldeydim. O gün cehenneme gitmeme gerek yoktu, tüm şartlar yeterince yanıp kavrulmama neden oluyordu. Ayrıca her milletten insan meydanda dolaşıyordu. Dillerinden anlamayan bir yabancıydım. Kalabalık, karmaşa, ses ve sıcak kara bir bulut gibi üstüme çöktü. Nefes almak için başka bir yer bulmalıydım. Tam o sırada karşıma bir sergi salonu çıktı. Klimalı, serin, loş ve sessiz bir yer. Aradığım şeydi. O an öyle düşünüyordum.

 

“Üşengeç değilsin sadece mutsuzsun ve mutsuz insanlar yorgun olur, hiçbir şey yapmak istemezler.” Charles Bukowski.

Salonun girişinde bu cümle karşıladı beni. Aman dedim içimden, entel dantel işler işte. İçerde ne göreceğim umurumda bile değildi, ihtiyacım olan biraz klima serinliğiydi. Sergi salonuna girdiğimde ortalıkta kimseyi görmedim. Sonra karanlık köşelerden birinde bir gölge hareketlendi. Yalnız değildim. Bir görevli beni izliyordu. Alışveriş çıktığımda da, bir mağazayı dolaşırken peşime bir satıcının takılmasından hiç hoşlanmam, buradaysa gözlerini bana dikmiş bakan bir adam, hiç hoş değildi. Boş oturmak olmayacaktı, ilgili görünmeliydim. Teker teker asılı resimleri dolaşmaya başladım. Satın alacak değilim serinlemek ve terimi kurutmak istiyorum desem, adam anlar mıydı acaba? Serinlemek için içerde birkaç tur atmak bana yetecekti. İlk birkaç resim doğa, deniz, gökyüzü falan gibi hoş şeylerdi. Ama salonun tam ortasına geldiğimde gördüğüm şey bambaşkaydı. Geçmişe açılan kapı gibi bir şey. Sanki biri zamanda yolculuk yapmış ve teyzemin evinde geçirdiğim o berbat günlerimden birini resmetmişti. Resimde zemin boydan boya halı kaplıydı. Saçlarım arkadan büyük bir kadife kurdeleyle toplanmış, etrafımda en sevdiğim oyuncaklar… Yalnızlığa mahkûm olduğum günler boyunca elimden düşürmediğim kitaplarım bile oradaydı. Boş boş oturuyordum. Kendimi suçlu hissediyordum ve ölesiye mutsuzdum. Ölmeyi düşündüğümü hatırlıyorum. Karanlık geçmiş hiç beklemediğim bir anda yine karşıma çıkmıştı…

 

Daha on yaşındaydım. O sabah uyanalı çok olmuştu ama yataktan hiç çıkmak istemiyordum. Boş boş tavanı izlemiştim. Gözlerimi kapatsam, keyifli bir rüya görsem ve onunla dün yaptığımız kavgayı unutsam diye düşünüyordum. Korkuyordum. Onun unutmadığını biliyordum.

 

İşte yine yatakta inliyor. Her sabah altını farelerin oyduğu tahta zeminli soğuk odamdan onun sesine uyanmak zorundayım. Kış günlerinde sıcak yatağımdan çıkmak, buz gibi havadan sobayı yakmak benim görevim. Ama hiç istemiyorum. Abla olmaktan nefret ediyorum, evin en büyüğü olmaktan nefret ediyorum. Hasta annemden nefret ediyorum.

 

Annem sesleniyor içerden. Adımdan da nefret ediyorum. Bir an önce okula gidersem en azından birkaç saatliğine işlerden kaçmış olacağım. Ama annemi dün öyle kızdırdım ki, bugün okula gitmeme izin verecek mi onu bile bilmiyorum. Sesleniyor. Uyuyor numarası yapıyorum, hiç susmuyor, kalkmak zorundayım. Unutmuş, gelip eteğime yapışıyor. Okul izni çıkıyor, sana yağlı ekmeğimi şekere bandırıp alelacele atıştırıp okula koşuyorum. Okul, evin karşısında. Okuldaki keyifli zamanlar çabucak geçiyor. Eve hiç dönmek istemiyorum. Geldiğimde babam da evde. Annemi doktora götürmüş. Yemeklik bir şeyler alıp tekrar işe dönecek. Acele hareket ediyor. Ben de geleyim diyorum, o da tutturuyor, yine önlüğümün eteğini yakalamış. Zaten ben ne istesem kuyruğum da peşimde. Babam “Tamam” diyor, “ben alırım, siz de kardeşinle eve getirirsiniz. Bugün uslu durun, annenizi yormayın bak!” Babam izin verdi ya neşem yerinde, peşime takılmasına da pek aldırmıyorum. Ama bu çocuk doğduğundan beri anneme, babama, oyunlarıma, uykularıma her şeyime ortak. Zaten annem o doğduktan sonra hastalandı, biliyorum. Annem sesleniyor “Dönerken dikkat et kardeşine, elini bırakma sakın” Ben mi istedim kardeş, bana ne ya?!

 

Babamın üstünde yağlı iş tulumu var. Aceleyle çıkmış, üstünü bile değiştirmemiş. Yine aceleyle alışveriş yapıyor. En son kasaba giriyoruz. En sevdiğim yer. Girişte, kapıya püsküllü boncuklar asılı, içinden geçip duruyoruz. Bir perde gibi en eğlenceli oyunumuz. Kardeşim ne yapsam taklit ediyor. Ben daha cesur bir şey deniyorum. Babam kasapla konuşurken kapıdan çıkıp bir araba geçecek kadar olan karşı kaldırıma koşuyorum. Bir oraya, bir buraya… Heyecanlı bir oyun. Arabalar gelmeden bir oraya bir buraya. Kardeşim de yapmak istiyor. Yok sen yapamazsın diyorum. Ben koştukça o da yapmak istiyor, farkındayım.  Babam kasapla konuşuyor. Bir kez daha koşuyorum. Tam yolun başında bir araba varken, ne kadar cesur olduğumu göstermek istiyorum kardeşime. Ben yaparım ama o yapamaz, küçük, sonradan gelen o. Ama dinlemiyor, peşimden atlıyor yola.

 

Beni hiç affetmedi. Biliyorum. Hep suçladı. Kardeşime sahip çıkmadığım için suçladı. Sadece annem değil herkes suçladı. Bu ölümün ardından annemin içine kapanması, yavaş yavaş kendini bitirmesi de benim suçumdu. Kimse yüzüme karşı “Sen yaptın” demedi ama o bakışlar… o bakışlar her şeyi anlatmaya yetti.

 

Geçmiyor işte. Hiçbir şey geçmiyor. Küçük bir an geliyor en derinlere attığım üstüne kilit vurduğum acılarım ortaya çıkıveriyor. Ne ölesiye çalışmak, ne eş dost, ne terapi hiçbiri işe yaramıyor. İnsanın önce kendini affetmesi, içini yakan ateşi söndürmesi gerekiyor.

 

Ne kadar zaman resimdeki küçük, üzgün kıza gözlerimi dikip kalmışım bilmiyorum. Kulağımın dibinde endişeli bir sesle irkildim: “Hanımefendi iyi misiniz?” Bilmem ki iyi miyim? Hepimiz çocukluğumuzun bir yerinde takılıp kalıyoruz. Ama buradan çıkmam lazım. Hava çok sıcak ve sunumum var benim.