“Bahri Efendi bana uğra bir ara, ben bugün çıkamam. Akşam servisine çıktığında bana makarna, mercimek salça falan biraz erzak al.”

 

“Yok yahu, kıtlıkla ne alakası var, dizim çok ağrımaya başladı. Biraz dinleneyim, dışarı çıkmakla uğraşmayayım. Ha bir de şu banka kartını al biraz para çek bana.”

 

“Sorma ne olduğunu dediğimi yap.”

 

Nezom şunu net söyleyeyim ben bir daha asla dışarı çıkmam, çıkamam. Bilsen bu yaştan sonra başıma neler geldi. İnanılır gibi değil ama ben takip ediliyorum.

 

Bu sabah uyanır uyanmaz pencereye koştum. Perdelerin aralığından tek gözümle baktım. Tahmin ettiğim gibi sokağın ucunda öylece duruyordu. Her şeye rağmen bir tarafım hâlâ ümit edermiş gideceğini. Ya Rab, ne çocuksu bir hayal. Ordaydı işte, beni bekliyordu. Eni konu fenalaştım. Tansiyon, şeker hepsi fırladı. Kapı önüne bırakılmış çöp torbaları misali kanepeye çöktüm kaldım. Olmayacak bir şey biliyorum ama taktı bana. Ondan nasıl kurtulacağımı bilemiyorum bir türlü. Dünden beri peşimde. Evden çıkamaz oldum vallahi.

 

Dün çıktı karşıma, Eminönü’nde, Adalar İskelesi’nin hemen kenarında. O zamana kadar nerede saklanıyordu, neden daha önce görmemiştim bilmiyorum. Şöyle izah edeyim, vapur iskelesinden çıkan insanları seyrediyordum. Hani biri sana bakıyor hissi gelir ya, aniden arkama döndüm. Havaya baloncuk üfleyen bir seyyar satıcının menevişli küreciklerinin ardında öylece duruyor, bana bakıyordu. İçime doğuverdi, bilirsin altıncı hissim kuvvetlidir. Uzaklaşmak istedim gayri insiyaki. Köprüye doğru birkaç adım attım, baktım o da geliyor. Sirkeci’ye doğru döndüm, o da aynı yönde hareket ediyor. Giderek yaklaşmaya başlayınca emin oldum, katiyetle beni takip ediyor.

 

Hemen kendimi tramvay durağına attım. Kalabalığın içinde beni kaybedeceğini ümit ettim. Hiç kimse bir şey fark etmedi. Tramvayın içi duraktan bin beter. Bildiğin balık istifi, herkes kendi derdinde. Ben de kendimi bunun bir hayal olduğuna ikna ettim, biraz sakinledim. Hatta Arap olduklarını düşündüğüm kalabalık bir aile yol sorunca, ünlü lokumcunun adresini bile vermeye muvaffak oldum, sanki biliyormuş gibi. Kendime güvenim biraz yerine gelmişti ama Beyazıt Meydanı’nda indiğimde beni beklediğini görünce yine eski ruh halime döndüm, aman yarabbi, takip ediliyordum. Hangi arada gelmişti oraya anlayamadım ama işte, biraz ilerde, üç paraya sosisli sandviç yemek için kuyruk olan turistlerin arkasından bana bakıyordu, gizlenmeye çalışmıyordu bile. Göz göre göre beni takip ediyordu. Üzerime üzerime gelmeye başlayınca koşmak istedim. Bacaklarımın yerinde duran suyu çekilmiş iki dal parçası artık ne kadar müsaade ettiyse kaçmaya çalıştım. Kalabalığın içinde, insanlara çarpa çarpa kendimi Kapalı Çarşı’ya attım. Nasıl olduysa yakalayamadı beni. Çarşı’nın naftalin kokan havası iyi geldi, emniyetteydim. Bir süre yeşil boyalı kapıya yaslanıp yırtılmakta olan ciğerlerimin sesini dinledim. Esnaftan biri “iyi misin amca” diye sorunca kendime gelmişim. Adamın gözlerinde endişe kadar hayret de vardı.

 

Üzerimde krem renkli flanel takım elbise, başımda Panama şapka, kaytan bıyıklarım kremli halimle maziden çıkmış gibi görünüyordum besbelli. Bunlar kâfi değilmiş gibi yakamda kırmızı ipek mendil, elimde karanfil demetiyle beni öyle nefes nefese görünce adamcağız herhalde bunak moruğun teki olduğumu düşündü zahir. Aman, kim ne düşünürse düşünsün seninle tekrar buluşmak hayali bile bir ömre bedeldi. Aslında gelmeyeceğini de biliyordum içten içte ama ümit dünyası işte. Çarşıda biraz dolandım. Sana söz yüzüğü aldığım kuyumcuyu bulmaya çalıştım ama kafam karıştı.  Her taraf ucuz hediyelik eşya satan dükkânlarla dolmuş. Adamın biri elinde parfüm şişeleri bir şeyler satmaya çalıştı. Bilirsin ben Çam Esintisi kolonyasından başka koku kullanmam. Dün senle görüşeceğim diye, şişenin dibinde kalan birkaç damlayı sürdüm. Artık bulamıyorum o kolonyadan.

 

Evvelsi gün aradığında ne kadar mesut olduğumu anlatamam Nezom. Yeni yetme bir oğlan gibi hayat sevinciyle doldum yıllar sonra. Gittiğinden beri ara sıra böyle konuşuruz ya seninle, yani ben konuşurum. Telefon çalınca içimde bir kıpırtı hissettim. Çok nadiren çalar benim kırmızı telefon. Dedim bu hayırlı bir iş ve hislerim beni yanıltmadı tabii. Sesini duyunca dünyalar benim oldu be Nezom. Beni terk etmediğini biliyordum. Herkesin bazı mühim işleri olabilir. Annenle aranızın düzelmesine sevindim mesela. Benim yüzümden görüşmediniz yıllardır. Sesin her zamanki gibi nihavent bir şarkıydı benim için. Mehtaplı gecelerde hep seni andım şarkısını dinleyemedim bir daha Nezom. Ne zaman televizyonda çıksa kaparım. Zaten hepsini biliyorsun…

 

Hakikati konuşmak icap ederse gelmeyeceğini biliyordum be Nezom. Ama yine de randevu teklif ettiğinde kabul ettim. Tıpkı kırk beş yıl önceki gibi. O zaman da ilk randevumuza gelmemiştin. Cadı annen son dakikada yakalamıştı seni, Eminönü vapuruna binerken. Hayat dediğimiz şey aynı hislerin tekrarından başka bir şey değil mi zaten? Nedense istemediğimiz hisleri tekrar tekrar tecrübe etmek mecburiyetin de kalıyoruz da bizi çok mesut eden hadiseler hiç tekerrür etmiyor. Mesela ne zaman üzerime bir şey giymeye kalksam önü arkasına geliyor. İyice bakıyorum etiketi nerde diye sonra dikkatlice başımdan geçiriyorum, ne göreyim, yakası boğazımı sıkıyor. Sırf bu yüzden son zamanlarda bir giydiğimi en az bir hafta çıkarmıyorum.

 

Dediğim gibi Nezom, çok arzu ettiğim ve yazık ki bir daha tecrübe edemediğim hatıralarımın hepsinde sen varsın. Öylesine kuvvetli bir hasret duyuyorum sana kelimelerle anlatmam kabil değil. Mamafih ben telefonda beni aynı yerde bir kez daha buluşmaya davet edince hiç düşünmeden kabul ettim. Dün sabah keten takımımı dolaptan çıkarırken ellerimin titremesi son zamanlarda artan hastalığımdan değildi, seni temin ederim, heyecandandı. Tıraşımı olurken yıllar sonra ilk kez yanağımı kestim. Olacak şey mi? Her bir kılımın yerini biliyorum artık. Ama oldu işte. İlk buluşma heyecanı.

 

Pangaltı’ daki çingeneler de yabancı geldi. Tanıdıklarımız gitmiş ama yine aynı güzellikteydi kızlar. “Hayrola babacım” dedi bir tanesi “hastan mı var?” Güldüm. Kırmızı karanfil hastalara gider biliyorsun. Kaç kere mavrasını yaptık bu bahsin. Şimdi bile gözümün önünde ellerini beline koyup “annem gibi konuşma” deyişin. “Ben kırmızı karanfil seviyorum. Cemiyet kaidelerine göre hayatımı yaşasaydım seninle işim olmazdı Cemil Bey.” Mimozam benim…

 

Ben hiç metroya binmedim Nezom. İnsanların kuru bamyalar misali dizilip yerin altına doğru çekilmelerini görmeye dahi tahammülüm yok. Sanki koca bir canavar ağzını açıyor da karınca sürüsü gibi insanlar nereye gittiğini bilmeden bir gayya kuyusunun içinde kayboluyor. Biraz zor oldu Eminönü’ne inmem. Belki de geciktiğim için beklememişsindir ama ben hiç gelmediğini biliyorum Nezom. Cadı anan yakalamıştır seni yine son dakika. Ve lakin ümit etmişim işte. Beklerken seni içimde bir şeyler tuzla buz oldu yeniden. Hani bir akşam balkonda oturuyorduk. Sen şarkılar mırıldanıyordun yine. Benim kafam rakının bardağı gibi buğulu, o sırada büfenin camı kırılmıştı ya, işte öyle bir his. Kırk iki yıllık bardak takımının bir anda çöküvermesi gibi. Geriye kalan sayısız cam kırığı ve puslu bir aynadan bakan ihtiyar bir adam yüzü…

 

Aman Nezom ağzımdan çıkan lakırdılara bak. Korku insanı şair bile yapabiliyormuş. Yok yok, korkmuyorum. Tecrübe ettiğim bunca şeyden sonra hiçbir şey korkutamaz beni. Bu hisse korku demek doğru değil. Şaşkınlık belki. Başkalarından duysam olur mu diyeceğim bir şey başıma geldi. Nasıl itiraf edeceğimi bile bilmiyorum. Ama hakikat işte.

 

Hakikati dipsiz kuyuya atmışlar akislerine mâni olamamışlar. Evet, beni takip eden küçük bir yağmur bulutu Nezom.

 

Neden bana taktığını bilmiyorum. Mahmut Paşa kapısından çıktığım sırada yakaladı beni. Sana nişanlık aldığımız dükkânlar tuhaf tuhaf valide sultan kıyafetleri satan yerler olmuş. Birkaç saniye için hatıralarımızda kayboldum. İşte o zaaf anından faydalandı hınzır. Başımın üzerine çöreklendi. Nasıl bir sağanak anlatamam sana. Bir tentenin altına saklandım. Millet etrafımda toplandı. Dalga geçenler, cep telefonuyla filmimi çekenler, ortalık ana baba gününe döndü. Dükkân sahibi sokağa itti beni. Elbiselerini ıslatıyormuşum. Elbise dediği paçavralar da iki çirkin mankene giydirilmiş çaput parçası. Herkes bana gülüyor. Ben de olsam gülerim doğrusu. Günlük güneşlik havada sırılsıklam bir herif. Kürkçü Han’a gireyim dedim, oraya da almadılar. Hanın avlusunu silme yüncüler sarmış. Sonunda pes ettim. Elimde karanfiller, tepemde minik bir yağmur bulutu Ada İskelesine kadar yürüdüm. Önce şaşırdı insanlar sonra kendi meşgalelerine devam ettiler. İstanbul burası her türlü deli var en nihayetinde. Neyse ki, bir taksici acıdı halime de evin yolunu bulabildim. Kıyametin alametlerinden biri diye besmele çeke çeke geldik eve. Kendimi nasıl içeriye attığımı bir ben bilirim.

 

İşte böyle Nezom, sana anlatmak iyi geldi. İçim serinledi biraz. Sen derdin ya, “her şeyin mutlaka bir çaresi vardır, görmeyi bilmek lazımdır” diye. Ben de alışacağım tepemde bir yağmur bulutuyla yaşamaya. Zaten tekrar çıkmam gerekiyor biliyorum. Konuştuğumuz gibi annenin hastane masrafları için lüzumlu o parayı bugün mutlaka abine teslim edeceğim, merak etme sen.