Su dolu çaydanlığı ocağa koyuyorum. Aç olmadığım halde kahvaltılıkları masaya dizmek alışkanlıktan. Dolaptan çay bardağını çıkarmak için başımı kaldırdığımda duvardaki leke gözüme ilişiyor. Onun her zaman oturduğu sandalyeye ilişirken zihnimdeki anılar oradan oraya. Yıllardır temizleyemediğimiz, her gördüğümüzde o günü tekrar hatırlatan, kurumuş yemek lekesi. Gözlerim zamanla kahverengileşmiş lekenin içine, anıların derinliklerine dalıyor. Bakışlarım duvarı delip birkaç yıl öncesine götürüyor.

Başımız önümüzde annemin pişirdiği mis gibi kapuskayı yiyorduk. Bir yandan göz ucuyla babamın ciddi, kızgın yüz ifadesini takip ediyordum. Çatal, kaşık ve çiğneme sesinden başka ses çıkmıyordu. Ta ki babam:

“Bu kapuskaya koyacak et yok muydu?” diye sesini yükseltmeye başlayana kadar. Annem dudaklarının arasından biraz sonra olacakları sezinlemenin telaşıyla belli belirsiz:

“Var da …”

İşte o an babamın içindeki volkan yine harekete geçti. Aniden önündeki tabağı kaldırdığı gibi duvara çarptı.

“Var da ne, … ne koymadın o zaman be kadın? Bu evde ağız tadıyla bir yemek yiyemeyecek miyim?”

Neye uğradığımızı şaşırıp, donup kaldık. Kapuskaların yavaş yavaş duvardan süzülüşünü izlemek ne korkunç. Porselen tabak her yerde paramparça. Annem telaşla bir taraftan etrafı toplamaya çalışırken, bir taraftan da onu teskin etmeye çalışıyordu.

“Canım sakin ol, bak çocuk çok korkuyor, yapma böyle!”

Gözlerinin içinden alevler, ağzından lavlar püskürüyor.

“Başlatma çocuğundan şimdi. Ben ne diyorum, sen ne diyorsun!”

Bütün ruhumuz kül.  İnsanoğlu her şeye alışır derler. Yalan! İnsan korkmaya alışır mı? Alışamıyordum. Sık sık bu tür patlamalar yaşanırdı bizim evde.  Korktuğumda minnacık olup, duvardaki boya çatlaklarının arasındaki boşluklara gizlenip, orada bir dünya kurmak isterdim.

Çaydanlığın fokurtusuyla düşüncelerimden uyanıyorum. Çayı demleyip camda yağmur damlalarının çılgınca süzülüşünü izliyorum. Babamla aramızdaki meseleleri halletmeden kısa bir süre önce bu dünyadan insafsızca çekip gitti. Her eve gelişinde korkak kedi gibi kaçışıverirdim odama. Her an neye kızacağı belli olmayan bir canavardı sanki. Kükremek için her zaman bahanesi vardı. Oysaki onu memnun edebilmek için olağanüstü gayret sarf edilirdi. Ama bunu görmezden gelirdi. Ve gitti…konuşmadan, içimdekileri akıtmadan gitti…

Ayaklarım babamın odasına sürüklüyor.  Gariptir ki yine de onu arıyor ruhum. Toprak rengi gardırop kapağına mecalsiz dokunuyorum.  Açıp açmamakta kararsızım. Başka hatıralarla yüzleşmekten çekiniyorum. Vazgeçiyorum.

Banyoya giriyorum. Aynada yüzümü inceliyorum. Kaşlarıma, saçlarımın rengine, yanaklarıma, dudaklarımın kıvrımına bakıyorum. Benziyor muyum ona? Birçok kişi ona benzediğimi söylüyor. Yok, ben anneme benzemek istiyorum. Soyunup duşa giriyorum. Saçlarımı kurularken kendimi küçüklüğümde yatakta hatırlıyorum.

Hastaydım. Ateşim hayli yüksekti. Bir üşüyor, bir terliyordum. Annem sıcacık, nefis bir tarhana çorbası içirdi. Bir süre ateşimi kontrol altında tutmak için başımda bekledikten sonra o da yatmaya gitti. Herkes uyuyordu. Birden alnımda sert ama sıcacık bir el hissederek uyandım ama gözlerimi bilerek açmadım. Saçlarımı şefkatle okşadı. Uyuyor numarası yapıp nefes bile almamaya çalıştım. Keşke zamanı dondurabilseydim. Üzerine atlayıp boynuna sarılmak için yanıp tutuşuyordum ama bu büyüyü bozar mıydım hiç. Hayatta yaşamak istediğim en mutlu andı. Onun şefkatini, güvenirliliğini hissetmekti. Babamdı benim. Benim canım babam. Haşin ama sevecenliğini bir sır gibi içinde saklayan babam.

Tekrar odasına dolabın önüne dönüyorum. Yavaşça gardırobun kapağını aralayınca burnuma babamın erkeksi, kendine has kokusu geliyor. Derin nefes alarak iyice içime çekiyorum. Sanki hala orada yaşıyor gibi. İçindeki her eşya sanki bir albümün parçası. Babamın ruhunun gizli olduğu kıyafetlerine dokunmak her anıyı tekrar yaşatmak. Parmaklarım omuzlardan kol ağızlarına doğru geziniyor.  Sertliğini, hiddetini ve hırçınlığını düşünmek istemiyorum. Kazaklarındaki yumuşaklığı … keşke….

Lacivert takımı mezuniyetimde giydi. Gelmesi için yalvar yakar zor ikna ettim. Hipokrat yeminimi ederken göz pınarlarında gizli gururu gördüm. Ama tebrik etmedi.

Bordo kazağı babalar günü hediyem. Dokunurken yüzüğümün çıkıntısı, yanında duran mayosunun ipine takılıyor. Bu mayo beni yine başka bir anıya sürüklüyor.

Babam önde, kumsalda yürüyorduk. Yürüdükçe ıslak kum batıyor, ayak izinin çöküntüsünü oluşturuyordu. Arkasından aynı izlere basıp onu takip etmeye çalışıyordum. Benim küçük ayaklarım onun koca ayak izinin yarısını bile doldurmuyordu. Seksek oynar gibi bir öncekinden bir sonrasına atlıyordum. Zaman zaman çarşaf gibi denizin usul usul dalgası bu izleri eritiyordu. İşte o zaman oyunumu bozduğu için denize küsüyor, babamın yanına koşuyordum. Onunla, o gün, vakit geçirmek dünyanın en büyük mutluluğuydu. Keşke her gün o gün olsaydı.

Kumların içinde bir şeyler gördüm. Eğilince kurumuş bir şey olduğunu fark ettim. Babam eğilip aldı

“Bak denizatı.”

Bir süre birlikte denizatını inceledik.

“Denizatlarının erkekleri çocuklarını dünyaya getirirlermiş. Bazıları bu uğurda ölürmüş, biliyor muydun?”

“Aaaa bilmiyordum. O zaman onların çocukları çok değerlidir dimi?”

Gözlerinin içine içine, gelecek olan cevabı merakla bekleyerek bakıyordum.

“Öyledir tabi.” derken benim hangi cevabı beklediğimin bilincinde olduğuna adım gibi emindim.

“Peki baba, sen beni doğurmadın, yine de ben senin için değerli miyim? Beni seviyor musun?” İnatla.

Anlamlı anlamlı baktı ama hiçbir şey demeden, beklediğim cevabı vermeden, insafsızca ve yavaşça arkasını dönüp kumsalda yürümeye devam etti. Boğazımdaki o düğümün hissini hiç unutamadım.

Her askıyı kenara çektikçe sayfaları çeviriyorum. Her sayfa bambaşka fotoğraflar. Karıştırmaya devam ettikçe dolabın altında küçük kara bir kutu buluyorum. Kilitli. Anahtarı nerede acaba? Çekmecelere, bulabileceğimi düşündüğüm her yere bakıyorum, yok. Salondaki sehpanın orta yerine değerli bir obje gibi özenle oturtuyorum.

Aniden ocaktaki çay aklıma geliyor ve onu öylece bırakıp mutfağa koşuyorum. Neredeyse suyu bitmek üzere. Peynirden çatalımla bir parça kesip ağzıma atarken kutu aklımı meşgul ediyor. Ne var acaba içinde? Ne olabilir? Kafamda sorular, sorular. Bir bardak çay koyuyor ve tekrar salondaki kutunun başına gidiyorum. Camdaki yağmur yavaşlıyor. Ama benim merakım gitgide artıyor. Bir taraftan da kutuyu açmaya can atıyorum. Beklemediğim kötü bir sürprizle karşılaşma ihtimali var ya işte o ihtimal ürkütüyor. Kutunun kilidini anahtarsız açabilmenin yollarını düşünüyorum bu sefer. Geceyi beynimde kutunun gizemi ile geçiriyorum. Sabah yine başına dikiliyorum. Ne olursa olsun artık açacağım şu kutuyu, kesin kararlıyım. Takım çantasından çekici alıp kilide bir hamleyle vuruyorum. Kırılmıyor. Birkaç kez denedikten sonra nihayet kilit kutudan kurtulup yere savruluyor. Kapak, açmam için beni bekliyor. Cesaretimi toplamaya çalışıyorum. Heyecandan olacak, bütün vücudumu sıcak basıyor, midem bulanır gibi oluyor. Ellerimi kutunun üzerinde gezdiriyorum. Yavaş yavaş açmaya başlıyorum. Avucumun altındaki sanki kutsal hazine sandığı. Kutunun içine odanın aydınlığı yayılırken dibinde kurumuş bir deniz atı fark ediyorum. İçimden dalga dalga bir şeylerin taştığını duyumsuyorum. Boğazımda kumsaldaki aynı düğüm.