Uzun, ince bir masadayız. Masanın bir ucunda biri, diğerinde öbürü, ortada ben. Biri gençliğinin, enerjisinin doruğunda bir kadın. Diğerindeyse iş bitmiş, orta yaş eşiğini çoktan atlamış. Ben yine ikisinin ortasında. Aramızdaki mesafeyse görünenden daha fazlası. 

Konuşmalar bildik, solumdaki genç olanı konuşkan. Planları, heyecanı, direnci, istenci, hayalleri; yorulana kadar soluksuz anlatıyor, yanakları al al. O konuştukça diğeri daha fazla sessizliğe gömülüp gülümsüyor. Anlatmak istediği her şeyi o gülümsemenin içine sakladığını anlayabiliyorum. Sonrasında yine suskun. Enerjik olan bunun farkında değil. O başlamak istiyor, diğeri bitirmek. Birinin planı, diğerinin deneyip vazgeçtiği. Birinin gözünde arzu, diğerininkinde beklediği sonun belirsizliği, bıkkınlığı. Biri henüz şekerli çay içiyor, içkiye hiç başlamamış, diğeri yeşil çay. Benim önümdekiyse her ikisinin şerefine kaldırdığım ince uzun bardaktaki ağartılmış sıvı. Onlar tahterevallinin iki ucunda, bense tam ortalarındayım ne ona ne diğerine öykünen bir kaldıraç. İkisi de dünyayı anlamış olduğunu sanıyor, solumdakinde ne isterse yapabileceğini düşündüren sonsuz bir fiziksel güç ve istenç, diğerinde vazgeçtiği her bir eşyanın ve arzunun yaşamını basitleştirdiği inancı. Durdukları noktanın biricik ve tek gerçek olduğuna kesinkes iman etmişler ayrı ayrı. Benim gerçeğimse tam bu anda. Ne geçmiş ne gelecekte, sonsuz bir şimdideyim. Gözlerim ping pong topu gibi gidip geliyor soldan sağa, sağdan sola. Birinde küçük serzenişler, hırslar, küçük öfkeler. Aksi babasının onayını almak için tükettiği enerjiyi yapmak istediklerine harcayabilse eğer, -ah neler olacak o zaman- tiyatrocu, spiker, oyuncu, daha neler. Onu yoran ailesi, yapmak istediklerini sığdırmaya çalıştığı o küçücük cep harçlığı. Küçük bir kasaba-kentte yaşamanın boğucu havası. Babası hep engelliyor onu, ama eni sonu gidecek. Ya rızasını alarak ya da alıp başını bir gün. Diğerindeyse “her şeyin kıyısında olma” duygusu, gitgide etrafında eksilenlerin hüznü. Üzerine çöken her bir gecenin ardından görebileceği günyüzü sayısının hesabı. Her sabah, yeni bir günü daha kazanmanın basit mutluluğu, Ölümlerin çoğu gece yarısından sonradır, diyor, birdenbire. Sonra yine susuyor. 

Biri hayalini kurduğu şiddeti hayli yüksek tutkulu aşkı anlatıyor. Onu beklediğini, bulduğunda tamamlanacağını. Diğeriyse erinde gecinde en büyük sanılan tutkuların bile mutlak yalnızlık arzusu karşısında tükenip gideceğini. Her şeyin sıradanlaşacağını. Vakti geldiğinde o “en büyük tutku” denilenin bir ağrı kesicinin yerini almaktan bile aciz kalacağını. Asıl olan tek duygunun mutlak yalnızlık olduğunu. Susuyoruz. Bolca düşüncenin, konuşulamayanların içini doldurduğu kocaman, katmanlı bir sessizlik. Gitmem gereken noktada oturana baktığım zaman yol almak anlamsızlaşıyor, solumdakiyse artık çok geride kaldı. Dönmeyi hiç istemeyeceğim kadar geride. Bir açmazın içindeyim ne gidebiliyor ne de kalabiliyorum. Sağımdaki bunun farkında, kızaran yanaklarıma, torbalanan göz altlarıma bakıyor bir süre, sonra katlanmış bir kâğıt çıkarıyor çantasından. Bir mektup, diyor. Bir parça merak bırakarak masaya, elindekini bana uzatıyor. 

Sadece sen okumalısın. Onun için henüz çok erken. Ama senin için. 

Sesinde ne hüzün ne neşe, olduğu gibi dümdüz. Katlarını açıyorum, beyaz, çizgisiz bir parşömen kâğıdı, sadece bir yüzüne yazılmış. Eğilip okumaya çalışıyorum, kısacık, okunaksız. Kötü bir yazı. Benim yazım. Görüntü hızla bulanıklaşıyor. 

Uyandığımda yüzüm yanımdaki sehpaya dönük. Üzerinde not defterimle kalemim beni bekliyor. Artık bu rüyalardan yorgunum, iki kadının arasında kaldığım ortalama bir yaşamı sürdürmekten de. Masanın diğer ucuna, gülümseyen, suskun kadının zamanına doğru ilerlemeyi beceremeyecek kadar yorgunum. Kalemi elime alıyorum.