“Nedir bu dünyanın benimle alıp veremediği. Etrafımda kukla gibi dolaşan insanlar. İpler birilerinin elinde, onlar yalnızca oynuyor. Mutlu kuklalar. Düşünmeye gerek yok. O zaman sorun da yok. Evde, işte, yolda, markette, her yerdeler. Sorunlar büyüyerek yığılıyor üstüme. Bitmiyor. Başa çıkamıyorum. Tünelin ucundaki ışığı seçemiyorum. Boşuna. Ne yapsam ayağıma dolanıyor. Hayat dediğin bu mu olmalıydı! Ben neyim? Kimim?”
Söylenerek gökdelenin cam asansörüne doğru yürüdü. Asansörü bekleyen kalabalığın kenarında durdu. Erkekler takım elbiseli, kravatlı, jilet gibi pantolonlar, ütülü gömlekler, saçlar jöleli, bazısı iki günlük sakallı ama çoğu pırıl pırıl traşlı, ciltleri bakımlı, ellerinde evrak çantaları ya da bilgisayar çantalarıyla, öğrenilmiş sükûnet ve nezaketle bekliyorlardı. Kadınlar tayyörlü veya şık pantolonlu, sivri topuklu ayakkabılar giymiş, sade ama marka takılar takmış, makyajlı, saçları kuaförden çıkmış, ellerinde bilgisayar ya da evrak çantaları, ciddi, ya da belli belirsiz gülümseyerek sessiz bekliyorlardı. Çoğu genç, en fazla orta yaşlıydı. Dış görünüşü bile sorun ettiğini fark etti o anda. Ne yani. Bakımsız ve suratsız mı olsalardı diye düşündü. Kendine kızdı. Asansör oldukça kalabalıktı ama bu gökdelene göre yeterli genişlikteydi. Katların daha uzak bir bölümünde ikinci bir asansör daha vardı zaten. Çalışanların sık değiştiği bu 30 katlı bir binada çalışıyorsanız kimseyi tanımazdınız. Asansörde karşılaşıp da yüz ifadesiyle olsun iletişim kurduğunuz kimse olamazdı. Ya da içiniz sıkıldığında laflayacak birisi… Böylesi daha iyiydi belki de. Çünkü iş dünyasında hesaplılık, mesafe, sürekli bir satranç oyununun hamlelerini düşünür gibi her adımını dikkatli atmak, kelimeleri doğru seçmek, sesinin tonunu, vurguları dikkatli ayarlamak, vücut dilini bilinçli kullanmak, özetle olduğundan, hissettiğinden farklı görünmek gerekiyordu. Bu oyunu oynamak için kitaplar okunuyor, seminerler veriliyordu. İletişim teknikleriymiş diye söylendi. Üstelik bazı işlerde mesai saatleri uzuyor, hafta sonları ve akşam saatlerinde toplantılar çıkıyor, gevşemek ve dinlenmek için zaman kalmıyordu.
“Uzay üssü gibi bir binada yöneticisin. Dışarıdan bakıldığında ışıltılı bir yaşam. Estetik, para, adrenalin, başarı tutkusu. Ama bana sorarsan android robotlar gibiyiz. İnsan dediğin nedir ki? En önemli şey iletişim, yakınlık, kendini geliştirmek, değer üretebilmek, doğayla iç içe olmak, sanatla uğraşabilmek, en azından iyi bir sanat izleyicisi olabilmek, sevdiklerinle birlikte olmak. Küçücük lokmalar şeklinde yakalamak değil, doya doya yaşamak hepsini. Kaçını yapabiliyorum bunların…”
Kırık dökük dizeler geldi sırayla…
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı

Son aldığı işte çok zorlanmıştı, ekip tükenmişti, işe yeni gelen deneyimsiz kişi patronun yakınıydı, üstelik proje yöneticisi de kendisiydi. Bir iki defa genç arkadaşın açığını kapatmayı denedi. Fakat daha fazla devam edemedi, anlaşılırsa ekibin motivasyonu düşerdi, ayrıca projeyi önemli bir firma için yapıyorlardı. En iyisi onu bir dönem saf dışı bırakmaktı. Bunu da açıkça yapamazdı. Deneyimsiz genç yanlış yaptığını da anlamıyordu zaten. Fark etmemesi gereken diğerleri, keskin zekasıyla her zaman kendisine meydan okuyan başka bir genç çalışan, bir de patronun kendisiydi. Patronun yakınına önemsiz ama uzun süre uğraştıracak ayrıntı bir iş verip, diğerleriyle ana tema üzerinde çalışmaya karar verdi. Zeki arkadaş bir kahve molasında canı sıkkın şekilde durumu anladığını çıtlatmıştı. Patronun adamını kollamak için ekibin dengesini bozmaya değmezdi. Üstelik iş aldıkları firma sektörün en iyilerindendi. Haklıydı. Risk almak gereksizdi. Hem şirket için hem de kendisi için. Hedef büyütmüştü, sonuca odaklanmalıydı. Peki patron? Henüz planlama aşamasında oldukları için fazla bir şey söylemeye gerek yoktu.
“Haftalar ne çabuk geçti. Projeyi sunmak üzereyiz. Patronun yakını bize birkaç kez yaptığı işi sundu, ekip olarak inceledik, her seferinde değişiklikler önerdik. Şimdiye kadar iyi oyaladık. Bunun sonrasında ondan istediğimiz önemsiz ayrıntıyı projenin bir yerine monte edip patrona sunmak, sonra da hesaplar tutmadı diye o kısmı ekarte etmek çözüm olabilir.”
Bu arada evdeki sorunlar katlanarak büyüyordu. Kalorifer borusu patlamış, alt katın tavanı akmış, kapıcı ayrılmış, evin önündeki yol kazılmıştı. Yetmezmiş gibi küçük kız okulda düşük not almış, bunu içine sindirememiş, ağlaya ağlaya eve gelirken servisteki çocuklardan biriyle dalaşmış, çocuğun annesi de öğretmene şikâyet etmişti.
“Bir eve geldim ki her şey karışmış. Öğretmen beni okula çağırmış. Annesinin doktor randevusu var, erteleyemiyor. Zaten velisi benim. Kızımı kucağıma oturttum. Anlat bakalım olan biteni dedim. Başını önüne eğdi, anlatmam anlamında omuzunu silkti. Ama ben öğretmene ne diyeceğim o zaman? Seni nasıl koruyacağım dedim. Annene söyledin mi ne olduğunu? Ben kızmayınca titrek sesiyle ağlamaklı anlattı. “Hiçbir şey olmadı aslında baba. Ben ağlıyorum diye bana sümüklü dedi, ben de ona salak dedim. Öyle dedim diye bana vurmaya kalktı. Ben de onun saçını çektim.” Tamam kızım haklısın. Sen başlatmamışsın kavgayı. Servis ablası da görmüştür olan biteni. “Servis ablası hastaydı o gün. Görmedi.” Yine ağlamaya başladı. “Ben sümüklü değilim”. Gözlerini silip başını okşadım. Tabi değilsin kızım. Ama lütfen notum kötü diye ağlama. Bir dahaki sefere hepsini yaparsın. Sana güveniyorum. Öğretmeninle de konuşacağım.” Sevinçle gülümsedi. Derin bir nefes aldım.
O sırada kapı açıldı. Eşi Ayten alışveriş torbalarıyla kolları dolu içeriye girdi. Yorgunluğu yüzünden okunuyordu. Baba-kıza uzaktan bir selam gönderip dosdoğru mutfağa girdi. Ağzını bıçak açmıyordu. Yüzü düşmüştü. Paketleri yerleştirmeye başladı. Kız babasının kucağından atlayıp mutfağa koştu. “Anne kremalı gofretimi aldın mı?” Anne eğildi, yanaktan öpücük aldı, yüzü aydınlandı. “Unutur muyum hiç?” Paketlerin arasında gofreti buldu, kız hemen gofreti kapıp gitti. Ufaklık gofreti açmakla uğraşırken Ayten kocasına göz kırptı. Yemek hazırlamaya girişti. Bir yandan anlatıyordu. “Bütün gün ayaktaydım. Çok yoruldum. Zaten ağrılarım var. Bekle bekle sıra gelmedi. Kalabalık, gürültü… Sanki herkes hasta. Güya özel hastane. Sonunda içeriye girdim. Doktor dinledi, tahlil istedi. Kan vermeye gittim. Yine sıra. Neyse ki sonuçları erken verdiler. Doktor tahlilleri inceledi, bir şey hoşuna gitmedi sanırım bu sefer film istedi. Zaman yok soru da soramadım. Filmi çektirdim, mecburen döndüm. Üstelik daha teşhis belli değil. Rapor çıkınca belli olacakmış. Begüm’ü komşu aldı servisten. Yemek de yoktu, gelir gelmez koştum alışverişe gittim. Basit bir şeylerle idare ederiz artık bu akşam. Bittim ben.”
“Bu döngüyü kıracak bir şey yaratmalıydım. Bir ışık çaktı o an kafamda. Ellerimi birbirinde vurdum. Dinleyin ahali. Hepimiz yorgunuz, moralimiz bozuk. Hadi kalkın, hareketlenin, dışarıya çıkıyoruz. Çivi çiviyi söker. Mutfak da kalsın. Sizi yeni açılan bir pizzacıya götürüyorum. Çok güzel bir yermiş. Hem doktoru hem de senin öğretmeni ve sataşkan arkadaşını konuşuruz. Sonra da eve dönüp bir komedi bulup izleriz. Hem de birlikte oluruz. Daha iyisi var mı? “
Begüm havalara sıçradı. “Yaşasın babam pizzacıya götürüyor. Ben sucuklu olanından isterim.” Ayten de saçını elleriyle düzeltip üzerine bir şal aldı. Bu fikir iyi gelmişti. Zaten yemek yapacak hali yoktu. Arabaya atladılar. Sağda solda dükkanların neon ışıkları teker teker yanmaya, vitrinler aydınlanmaya başlamıştı. Şehir ışıklarla donanırken arabaların farları, trafik ışıklarının kırmızı yeşil yansımaları sinema şeridi gibi rengarenk akıp gidiyordu. Radyoda Bedük’ün bas sesi, tekrarlayan dörtlükler, elektronik müzik vardı. Bir ağızdan bağıra bağıra eşlik etmeye başladılar.
Bu bi terapi, aç kendini
Son bir seans, nefes gibi
Bu bi terapi, format atman gerek
Dök kalbini, rahatlaman gerek